Ana içeriğe atla

Seküler Aydınlanma Miti ve Orta Çağ Gerçeği..(V.2)

 


Seküler Aydınlanma Miti ve Orta Çağ Gerçeği..(V.2)



Batı düşüncesinde yaygın ve etkili bir anlatı vardır: Orta Çağ karanlık bir dönem, Aydınlanma ise kurtuluş ve aydınlık çağ olarak sunulur. Bu seküler bakış açısı, Orta Çağ’ı skolastik dogmaların ve durağanlığın hüküm sürdüğü bir karanlık devir; 18. yüzyıl Aydınlanma dönemini ise aklın ve bilimin dini otoriteden kurtularak medeniyeti ileri götürdüğü bir atılım dönemi şeklinde tanımlar. Peki bu popüler anlatı tarihsel gerçeklerle ne kadar örtüşüyor? Bu makalede, “karanlık Orta Çağ” mitini ve seküler Aydınlanma söylemini eleştirel bir gözle inceleyerek, göz ardı edilen hakikatleri ortaya koymaya çalışacağız. Özellikle Orta Çağ’ın hangi toplum için gerçekten “karanlık” olduğu, İslam dünyasının aynı dönemde yaşadığı aydınlık (Altın Çağ) tecrübesi ve Batı’nın bu birikimden nasıl yararlanıp sonradan bu kaynakları unuttuğu ele alınacaktır. Ayrıca Aydınlanma Çağı’nın gerçekten seküler akılla mı ilerlediği sorgulanacak, tarihin gerçek “aydınlatıcıları” olarak İslam alimlerinin katkıları hatırlatılacak ve günümüz seküler toplumlarındaki manevi krizler, sekülerizmin artı ve eksi yönleriyle birlikte değerlendirilecektir. Amaç, yaygın mitleri çürütüp tarihsel hakikatin görünmesini sağlayan, öğretici ve bilinç kazandırıcı bir bakış açısı sunmaktır.



Orta Çağ: Karanlık Kimin İçin?



Öncelikle “Orta Çağ’daki karanlık dönem” ifadesinin, genellikle Avrupa Hristiyan dünyası için kullanıldığını vurgulamak gerekir. Nitekim Karanlık Çağ (Dark Ages) terimi, akademik literatürde esasen Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Batı Avrupa’da yaklaşık 5. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar yaşanan kültürel ve ekonomik gerilemeyi tanımlar . Roma İmparatorluğu 4. yüzyılda çözülüp siyasi birlik dağılınca, Batı Avrupa’da bilimsel ve toplumsal anlamda ciddi bir duraklama ve gerileme yaşandığı düşünülmüştür. Bu nedenle 18.-19. yüzyıl tarihçileri bu dönemi karanlık çağ olarak adlandırmıştır . Gerçekten de klasik Yunan-Roma dönemi öğreniminin büyük ölçüde unutulduğu, şehir yaşamının gerilediği, okuryazarlığın ve altyapının çöktüğü bir dönemden bahsediyoruz. Üstelik bu çağdan günümüze kalan yazılı kayıtların azlığı da “karanlık” nitelemesine katkı yapmıştır .


Ancak bu karanlık tanımı coğrafi ve kültürel olarak sınırlı bir gerçeği ifade eder. Söz konusu olan, özellikle Batı Avrupa’dır; yoksa aynı yüzyıllarda dünyanın diğer bölgelerinde durum çok farklıydı. Dahası, günümüzde modern tarihçiler “karanlık çağ” tanımlamasının genelleyici ve haksız olduğunu düşünmektedir . Orta Çağ Avrupa’sında bile 12. yüzyıldan itibaren üniversitelerin kurulması, gotik mimarinin yükselişi, teknolojik yenilikler (örneğin değirmenler, gözlük, saat vb.) görülmüş; tüm bin yılı topyekûn “karanlık” saymanın yanlış olduğu vurgulanmıştır . Nitekim “karanlık çağ” tabiri artık büyük ölçüde modası geçmiş bir kavram kabul edilir . Özetle, Orta Çağ’ın karanlığı, daha çok Avrupa’daki Hristiyan toplumlarının yaşadığı bir gerileme dönemine atfen kullanılabilecek bir ifadedir. Aynı dönemde başka medeniyetlerin deneyimlerini ise bu tanım karşılamaz.



İslam Dünyasında Orta Çağ’ın Aydınlık Yüzü



Orta Çağ’da Avrupa nispeten duraklarken, İslam dünyası tam tersine bir ilim ve medeniyet atılımı yaşıyordu. 8. yüzyıldan 15. yüzyıla uzanan dönem literatürde sıklıkla İslam’ın Altın Çağı olarak tanımlanır . Bu dönemde Bağdat’tan Kurtuba’ya, Semerkant’tan Kahire’ye kadar İslam coğrafyası bilimsel, felsefi ve kültürel üretkenliğin zirvesine tanık olmuştur. Öyle ki, bu çağda yaşamış Müslüman alim ve bilim insanlarının isimleri bile ansiklopedileri dolduracak kadar çoktur .


İslam dünyasında 8.-9. yüzyıllarda başlayan tercüme hareketiyle Antik Yunan’ın felsefe ve bilim mirası Arapçaya kazandırıldı; Bağdat’taki Beytü’l-Hikme (Bilgelik Evi) gibi kurumlarda Yunanca, Süryanice, Farsça eserler çevrilerek geniş bir kütüphane oluşturuldu. Fakat İslam alimleri sadece eski bilgileri tercüme etmekle kalmadılar, üzerine kendi keşif ve teorilerini eklediler. Matematik, astronomi, tıp, kimya, coğrafya, felsefe, edebiyat gibi alanlarda özgün ve parlak çalışmalar yapıldı. Nitekim 9.-12. yüzyıllar arasında İbn Sina, Farabi, Harezmi, Biruni, İbn Rüşd, İbn Heysem gibi dâhiler yetişti.


Bu isimlerin her biri, insanlığın bilgi birikimine paha biçilmez katkılar sundu. Örneğin İbn Sina (Avicenna), El-Kanun fi’t-Tıb (Tıbbın Kanunu) adlı ansiklopedik eseriyle tıp ilmini sistematize etmiş ve bu eser tam yedi asır boyunca İslam dünyasında ve Avrupa’da başvuru kaynağı olmuştur . Hatta Avicenna’nın Kanun’u, Avrupa üniversitelerinde 17. yüzyıl ortalarına dek temel tıp ders kitabı olarak okutulmaya devam etmiştir . Yine Muhammed bin Musa el-Harezmi, cebir alanında yazdığı El-Cebr ve’l Mukabele kitabıyla cebir ilmini kurumsallaştırmış, “algebra/cebir” terimi doğrudan bu eserinin adından Batı dillerine geçmiştir . Ebu Reyhan el-Biruni, modern anlamda bir bilim tarihçisi ve coğrafyacı olarak, Dünya’nın kendi ekseni etrafında döndüğünü Galileo’dan 600 yıl önce bilimsel olarak ortaya koymuştur . Yine Biruni’nin jeodezi alanındaki çalışmalarında Dünya’nın yarıçapını oldukça doğru hesapladığı bilinmektedir. İbn el-Heysem (Alhazen), optik biliminin kurucusu olarak deneysel yöntemi kullanan ilk bilim insanlarından sayılır ve fotoğraf makinesinin atası sayılan karanlık kutu (camera obscura) prensibini açıklamıştır. Zekeriya er-Razi, çiçek ve kızamık hastalıklarının farkını keşfeden ilk hekim olup, ilk kez etil alkolü damıtarak tıpta kullanmıştır .“İbn Nefis, Galen’in yanlış kanaatlerini yüzyıllar sonra düzelterek küçük kan dolaşımını (akciğer dolaşımı) ilk kez doğru şekilde tarif etmiştir.”


 Bu örnekler listesi uzayıp gider; gerçekten de İslam medeniyetinin Orta Çağ’daki bilgi üretimi, Avrupa’nın Rönesans ve Aydınlanma’sına ilham verecek muazzam birikimler ortaya koymuştur.


Avrupa’da Karanlık Çağ denen yıllarda doğuda yaşanan bu ilim ve hikmet patlaması dikkat çekicidir. Hristiyan Batı dünyasında kilise otoritesi altında skolastik düşünce hakimken – örneğin kilise, hastalıkların ilahi ceza olduğu inancıyla tıbbi gelişmeleri zaman zaman engellerken – aynı yüzyıllarda İslam coğrafyasında ardı ardına bilimsel atılımlar gerçekleşiyordu . Başka bir deyişle, Orta Çağ’ın karanlığı yerel bir olguydu; o dönemin “aydınlık” merkezi ise İslam dünyasıydı. İslam alimleri akıl ile vahyi meczederek, Antikçağ ile modern zamanlar arasında bir köprü kurdular ve kendi çağlarının gerçek aydınlatıcıları oldular.


Aydınlanma Öncesi Bilimsel Etkileşimler: Kopernik, Galileo, Newton ve İslam Âlimleri




Kopernik’in İslam Astronomlarından Yararlanmaları



Nicolaus Kopernik (Copernicus), güneş merkezli evren modelini Avrupa’da ilk kez sistemli biçimde ortaya koyarak bilim tarihinde çığır açmıştır. Ancak son yıllardaki araştırmalar, Kopernik’in geliştirdiği astronomi modelinin birkaç yüzyıl önce yaşamış Müslüman astronomların çalışmalarından önemli ölçüde etkilendiğini göstermektedir . Özellikle 13. yy’da Maraga Rasathanesi ekolünden Nasîrüddin el-Tûsî ve 14. yy’da Şam’lı astronom İbn el-Şâtır’ın ortaya attığı teknikler, Kopernik’in eserlerinde izlerini belli eder.


Tûsî Çifti ve Çift Episkl: Nasîrüddin el-Tûsî’nin astronomiye kazandırdığı en önemli yeniliklerden biri, “Tûsî Çifti” adı verilen geometrik mekanizmadır. Bu düzenek, yarıçapı farklı iki dairenin zıt yönlerde döndürülmesiyle doğrusal bir hareket oluşturur ve Ptolemaios’un gezegen modellerindeki equant (eşit açı noktası) problemini çözmeyi amaçlamıştır. Tûsî, Ay’ın hareketine dair modelinde bu yöntemi kullanarak, Ptolemaios’tan beri çözülemeyen bazı düzensizlikleri gidermiştir . Kopernik’in “De Revolutionibus Orbium Coelestium” eserinde 250 yıl sonra aynı teorem belirmiş, iki dairesel hareketin bileşimiyle doğrusal hareket elde etme fikri onun gezegen modellerine temel oluşturmuştur . Birçok bilim tarihçisi Kopernik’in bu fikri doğrudan Tûsî’nin eserlerinden edindiğini dile getirir; ancak bazıları Kopernik’in Tûsî çiftine benzer bir sonucu aslında Proclus’un Öklid şerhi gibi başka kaynaklardan keşfetmiş olabileceğini öne sürmüştür . Yine de Kopernik’in Tûsî’nin adıyla anılan mekanizmayı kullanmış olması, İslam astronomisinden bir etkileşim olduğuna işaret eder.

14. yüzyıldan kalma bir elyazmasından İbn el-Şâtır’ın Ay yörünge modelinin diyagramı. Bu modelde Ptolemaios’un “equant” noktası, merkezi Dünya olan bir büyük daire içine yerleştirilmiş iki küçük daire (çift episkl) ile giderilmiştir (kırmızı çizimler). Kopernik, yaklaşık bir asır sonra kendi heliosentrik sisteminde neredeyse aynı geometrik modeli –fakat Dünya yerine Güneş merkezli olacak şekilde– kullanmıştır .


İbn el-Şâtır’ın Modelleri: İbn el-Şâtır (1304–1375), Şam Emeviye Camii’nin muvakkiti (zaman hesaplayıcısı) olarak astronomiyle uğraşmış ve Ptolemaik gezegen modellerini büyük bir hassasiyetle revize etmiştir. Onun Nihâyetü’s-Sûl fî Tashîh el-Usûl adlı eserinde geliştirdiği geosentrik (Dünya merkezli) sistem, Ptolemaios’un eksantrik dairelerini ve equant kavramını ortadan kaldırarak yerine Urdi Lemması ve Tûsî’nin çift episkl düzeneklerini koymuştur . Sonuçta ortaya çıkan matematiksel model, gezegen hareketlerini Ptolemaios’a kıyasla çok daha doğru öngörüyordu. Önemlisi, bu model matematiksel açıdan Kopernik’in 16. yüzyılda önerdiği heliosentrik modele neredeyse birebir denk düşmektedir . Kopernik’in daha gençlik yıllarında kaleme aldığı Commentariolus’ta, Ptolemaios’un equant noktasını kaldırmak için çift episkl kullandığı görülür; bu, İbn el-Şâtır’ın bir asır önceki modeliyle doğrudan paraleldir . Hatta İbn el-Şâtır’ın Ay ve Merkür için tasarladığı yörünge şemaları, Kopernik’in De Revolutionibus’unda yer alan Ay ve Merkür modelleriyle birebir örtüşmektedir . Bu çarpıcı benzerlikler nedeniyle bazı bilim tarihçileri, Kopernik’in İbn el-Şâtır’ın fikirlerine dair bir kaynağa erişmiş olabileceğini ileri sürmüşlerdir . Örneğin F. Sezgin ve G. Saliba gibi araştırmacılar, henüz bulunamamış bir Arapça veya belki tercüme eser üzerinden Kopernik’in bu Doğulu bilgileri edindiğini düşünmektedir . Nitekim yakın zamanda yapılan bir doktora çalışması, Kopernik’in çalışma ortamı olan Kraków ve İtalya’daki kütüphanelerde İbn el-Şâtır’ın eserine ait Arapça elyazmalarının bulunduğunu, bunların Latince çevirisi olmasa bile aracı âlimler veya öğrenciler vasıtasıyla Kopernik’e bazı fikirlerin sızmış olabileceğini ortaya koymuştur . Hatta İtalya’da Kopernik döneminde dolaşımda olan bir Bizans elyazmasında, İslam astronomlarının çift episklli Güneş modeline dair bir diyagram keşfedilmiştir; bu buluntu, Doğu’daki astronomi teorilerinin Batı Avrupa’ya aktarımına dair somut bir kanıt olarak değerlendirilmektedir .


Batılı Tarihçilerin Yorumları: Günümüz bilim tarihçileri, bu etkileşimlere dair güçlü akademik dayanaklar ortaya koymaktadır. Örneğin, fizikçi ve bilim tarihçisi Jim Al-Khalili, Kopernik’in birçok diyagram ve hesabının 14. yüzyıl astronomu İbn el-Şâtır’ın yazmalarından alındığını vurgulayarak bu gerçeğin okul kitaplarında genellikle yer almamasını eleştirmiştir . Al-Khalili, “Kopernik’in devrimci fikirlerinin bir kısmı, ondan yüzyıllar önce yaşamış İbn el-Şâtır’ın hesaplamalarından doğrudan doğruya alınmıştır” diyerek, İslam alimlerinin katkılarının bilim tarihine dahil edilmesi gerektiğini belirtir . Benzer şekilde, Noel Swerdlow ve Edward Kennedy gibi Batılı araştırmacılar da Kopernik-öncesi İslam astronomlarının (özellikle Maraga Okulu’nun) gezegen modellerinin Kopernik tarafından “bir adım öteye götürülmüş” şekliyle yeniden ortaya çıktığını ifade etmişlerdir . Bu değerlendirmeler, Kopernik’in başarısının tamamen özgün bir “Batılı buluş” olmadığını, aksine ciddi akademik araştırmalarla ortaya konduğu üzere İslam dünyasının astronomik birikimiyle bağları bulunduğunu göstermektedir.



Galileo’dan Önce: Birûnî ve İbn Heysem’in Katkıları



Galileo Galilei, modern bilimin ve özellikle gözlemsel astronominin öncülerinden kabul edilir. Teleskopla yaptığı keşifler ve düşen cisimlerin hareketine dair deneyleriyle tanınan Galileo, genelde “bilimsel yöntemin babası” olarak anılır. Ancak ondan yüzyıllar önce yaşamış bazı Müslüman âlimler, benzer gözlemsel ve teorik çalışmalara imza atmış ve Galileo’nun temsil ettiği bilimsel yaklaşımın temellerini atmışlardır.


İbn el-Heysem ve Deneysel Yöntem: 11. yüzyılda yaşamış olan İbn el-Heysem (Batı’da Alhazen), optik alanındaki çalışmalarıyla modern bilimsel yöntemin öncülerinden sayılır. Kitâb el-Menâzîr (Optik Kitabı) adlı eseri, ışığın doğasını anlamak için sistematik deneyler yapmış ve bilim tarihinde ilk kez deneysel ispatı bilgi üretiminin temeline koymuştur . İbn el-Heysem, görme olgusunu açıklamak için karanlık oda (kamera obscura) deneyleri yapmış, ışığın doğrusal yayılımını ve yansıma-yansıma yasalarını tam olarak formüle etmiştir . Onun metodolojisi, daha sonra Avrupa’da Roger Bacon, Robert Grosseteste, Witelo, Leonardo da Vinci gibi isimlerce benimsendi. Nitekim İbn el-Heysem’in Optik Kitabı’nın 12./13. yüzyılda Latinceye çevirisi, Orta Çağ Avrupası’nda yaygın biçimde okunmuş ve başta Galileo Galilei olmak üzere birçok Rönesans dönemi bilim insanını derinden etkilemiştir . Galileo’nun teleskopik gözlemleri ve deneyci yaklaşımı, esasen İbn el-Heysem ile başlayan deneysel fizik geleneğinin devamıdır. Batılı tarihçi H.J.J. Winter bu nedenle “Archimedes’ten sonra, İbn el-Heysem gelene dek gerçekten büyük bir fizikçi gelmedi. Deneysel ruh, Antik Çağ’ın en asil fizikçisinin ardından ancak Basralı Arap alim ile yeniden canlandı.” diyerek İbn el-Heysem’in fizik tarihindeki yerine dikkat çeker . Galileo’nun optik alanındaki çalışmaları da bu miras üzerine kuruludur: Newton’un bile “modern optiğin kurucusu” sayıldığı prizma deneylerinin bir benzerini, Alhazen asırlar önce karanlık oda düzenekleriyle gerçekleştirmişti .


Bîrûnî’nin Gözlemleri ve Dünya’nın Hareketi: Ebu Reyhan el-Bîrûnî (973–1050), geniş bir coğrafyada bilimsel ölçümler yapmış bir İslam alimidir ve Galileo’dan neredeyse 600 yıl önce yaşamasına rağmen deneysel ve matematiksel astronomi alanında çarpıcı katkılarda bulunmuştur. Bîrûnî, Hindistan’da yaptığı ölçümlerle Dünya’nın yarıçapını hesaplamış; bir dağın tepesinden ufuk açısını ölçmeye dayanan bu yöntemle Dünya’nın çevresini günümüz değerine çok yakın bir doğrulukla bulmuştur (yaklaşık %1 hata payıyla) . Yine Bîrûnî, gökcisimlerinin de Dünya gibi ağırlığa ve çekime sahip olabileceğini öne sürmüştür . Onun hesaplamaları, Ay ve gezegenlerin de fiziksel cisimler olduğunu ve boşlukta “aşağı doğru” çekilebileceklerini gösterir niteliktedir. Nitekim bir çalışmasında “Gök cisimlerinin de tıpkı Dünya gibi kütlesi ve ağırlığı vardır” diyerek evrensel çekim fikrine önceden işaret ettiği kaydedilmiştir . Bu, Newton’un genel çekim yasasından çok önce dile getirilmiş önemli bir teorik sezgidir.


Bîrûnî’nin bir diğer dikkate değer katkısı, Dünya’nın kendi ekseni etrafında dönme ihtimalini tartışmasıdır. el-Kanûnü’l-Mes‘ûdî adlı astronomi eserinde Bîrûnî, dönemin geleneksel görüşü Dünya’nın sabit olduğu yönünde olsa da, Dünya’nın dönmesi halinde gökyüzünün günlük hareketlerinin daha basit açıklanabileceğini belirtmiştir . O, bu konuda tarafsız bir tutumla olasılığı değerlendirmiş; Dünya’nın dönüşü fikrinin matematiksel olarak tutarlı olduğunu ama o dönemde eldeki gözlemsel verilerin bunu kanıtlamaya yetmediğini ifade ederek nihai olarak geosentrik modeli benimsediğini yazmıştır . Yine de Bîrûnî’nin bu tartışmaları, Galileo’dan asırlar önce Dünya’nın hareketi meselesinin bilimsel bir merak konusu olduğunu gösterir. Hatta, Maraga Rasathanesi geleneğinde Kutbeddin Şîrâzî (13. yy) gibi bazı İslam astronomları, Aristarchus’tan sonraki eski kaynaklara da atıfla Dünya’nın hareketini olası bir senaryo olarak değerlendirmiş, ancak yeterli kanıt bulamadıkları için reddetmişlerdir . Bu bağlamda, Galileo’nun Kopernikçi fikirleri savunurken karşılaştığı kavramsal problemlerin İslam alimlerince önceden ele alınmış olduğu görülür.


Hareket Teorileri ve İvme: Galileo, mekanik alanında en çok cisimlerin düşmesi ve atış hareketi üzerindeki çalışmalarıyla tanınır. Onun bulguları arasında vakumda hafif ve ağır cisimlerin birlikte bırakıldığında aynı hızla düşeceği ve düşen cismin hızının geçen zamanla orantılı olarak arttığı (sabit ivme) yer alır. Bu fikirler, ortaçağ İslam dünyasında ortaya atılmış “meyl (impetus) teorisi” ile şaşırtıcı biçimde uyumludur. 11. yüzyılda İbn Sînâ (Avicenna), Aristoteles’in hareket anlayışını eleştirerek hareket ettirenin cisme bir “meyl” (eğilim/ivme) kazandırdığını ve bu etkinin, ortam olmasa dahi cismin hareketini bir süre devam ettirebileceğini savunmuştur . İbn Sînâ’ya göre, bir top fırlatıldığında havada kendi doğal hareketine zıt bir “meyl-i kazârî” taşır; bu içsel kuvvet, cisim hareket etmeye devam ettikçe zayıflar ama tamamen durana dek etkisini sürdürür . Bu görüş, eylemsizlik ilkesinin erken bir ifadesi olarak değerlendirilebilir ve Galileo’nun birinci hareket yasasının habercisidir. Nitekim bazı tarihçiler, Galileo’nun eylemsizlik prensibinin kökeninde İbn Sînâ ve İbn el-Heysem gibi isimlerin fikirlerinin dolaylı olarak Avrupa’ya aktarılmış olabileceğini belirtir .


İslam alimleri, sadece eylemsizlik konusunda değil, ivme ve kuvvet ilişkisi hususunda da önemli adımlar atmışlardı. 12. yüzyılda yaşayan Ebû’l-Berekât el-Bağdâdî, boşlukta serbest düşen cisimlerin sürekli hızlandığını gözlemleyerek bu olguyu açıklamaya çalışmıştır. O, Aristoteles’in “cismin hızı ağırlığıyla orantılıdır” iddiasını düzeltip düşen cismin hız artışının (ivmesinin) zamana bağlı olduğunu ve cismin ağırlığının bu ivmelenmeye katkı yaptığını ifade etmiştir . Bu, Galileo’nun Pisa Kulesi’nden cisimler atarak doğruladığı sabit ivme kavramının teorik temelini önceden atan bir görüştür. Gerçekten de Paris’teki skolastik bilim insanları (örneğin John Buridan ve Albert von Sachsen), Ebû’l-Berekât’ın fikirlerinden etkilenerek, “cisim düşerken hızı artar çünkü hareket ettikçe kazandığı meyl (impetus) birikir” şeklinde bir açıklamayı 14. yüzyılda geliştirmişlerdir . Buridan’ın “impetus” teorisi, Galileo’ya gelindiğinde eylemsizlik ve momentum kavramlarına dönüşecekti. Ayrıca Endülüs’lü filozof İbn Bâcce (Avempace), her kuvvete karşı bir reaksiyon kuvveti doğduğunu, cisimlerin hareketinde karşı dirençler olduğunu belirtmiştir. Bu fikir de daha sonra Newton’ın üçüncü yasası olarak bilinen etki-tepki prensibinin erken bir ifadesi sayılır .


Özetle, Galileo’nun “yeni” bulunduğu sanılan pek çok gözlem ve ilkede, İslam dünyasının yüzyıllar önce yaptığı çalışmaların izleri vardır. Batılı bilim tarihçileri de bu paralellikleri ortaya koymuşlardır. Örneğin, John Freely gibi yazarlar, Galileo’nun klasik olarak atfedilen “bilimsel devrim” unsurlarının (deneysel yöntem, eylemsizlik ilkesi vb.) 11. yüzyıl İslam alimlerince zaten kullanıldığını dile getirmiştir. İbn el-Heysem’in Latince çevirilerinin Galileo’nun optik çalışmaları üzerinde “büyük etki bıraktığı” ve Galileo’nun teleskop prensibini hayata geçirirken Alhazen’in ışık teorisinden faydalandığı sıklıkla vurgulanır . Sonuç olarak, Galileo’nun başarısının entelektüel zemini, tamamen yeni bir başlangıç olmayıp, İslam’ın Altın Çağı bilim insanlarının gözlemci ve eleştirel mirasına dayanmaktadır.



Newton’un Bilim Anlayışında İslam İlim Geleneğinin İzleri



Isaac Newton (1643–1727), hem teorik matematik (özellikle calculus) hem de deneysel doğa felsefesi alanlarında çığır açmış bir dehadır. Onun çalışmaları genellikle “kendinden önceki Avrupa devlerinin omuzlarında yükseldi” şeklinde anılsa da (Newton’un ünlü “If I have seen further it is by standing on the shoulders of giants” sözüne atfen), bu “devler” kavramına İslam medeniyetinin alimlerini de dahil etmek gerekir . Gerçekten de, Newton’un matematiksel keşifleri ve bilimsel yönteminin gelişiminde, yüzyıllar öncesinin Müslüman bilginlerinin katkıları dolaylı da olsa temel teşkil etmiştir.


Harezmi ve Cebir Geleneği: Newton’un kullandığı matematik dilinin temel taşlarından biri cebirdir. Cebirsel denklem çözme teknikleri, 9. yüzyılda Hârizmî (Al-Khwarizmi) tarafından ilk kez sistematik hale getirilmişti. Hârizmî’nin Kitâb el-Cebr ve’l-Mukâbele (832 civarı) adlı eseri, birinci ve ikinci derece denklemlerin cebirsel çözümlerini geometrik kanıtlarla birlikte sunan ilk derli toplu kitaptır . Bu eser 1145 yılında Robert of Chester tarafından Latinceye “Liber algebrae et almucabala” adıyla çevrilmiş ve Algoritmi adıyla Avrupa’da ün kazanmıştır . Sonraki birkaç asır boyunca, özellikle 13.–16. yüzyıllarda, Hârizmî’nin cebir kitabı Avrupa üniversitelerinde temel ders kitabı olarak okutulmuş, birçok baskı ve şerh görmüştür . Nitekim “algebra” terimi de Hârizmî’nin kitabındaki el-cebr kelimesinden türeyerek Batı dillerine girmiştir . Newton’ın gençlik döneminde öğrenim gördüğü Cambridge müfredatında, Hârizmî’den gelen cebir bilgisinin, İtalyan ve Fransız cebiristlerin çalışmalarıyla gelişmiş bir halde yer aldığı bilinmektedir. Ayrıca ondalık sayılar sistemi ve “algoritma” kavramı da Hârizmî’nin Hint-Arap rakamları ve aritmetik üzerine yazdığı eserlerin Latinceye (Algoritmi de numero Indorum) çevrilmesiyle Avrupa’ya kazandırılmıştır . Bu sayede Newton, hesaplamalarını ve matematiksel modellemelerini eski Roma rakamları yerine ondalık sisteme dayalı kolay bir aritmetik ve cebir yardımıyla yapabilmiştir. Özetle, Newton’un matematiksel atılımlarının zemininde Harezmi ile başlayan cebir geleneği ve onun Avrupa’da yüzyıllar boyu süren etkisi bulunmaktadır.


İbn el-Heysem ve Optik Deneyler: Newton’un en önemli çalışmalarından biri, ışığın yapısını inceleyen Opticks (Optik) adlı kitabıdır. Beyaz ışığın prizmayla bileşen renklere ayrılması, yansıma ve kırılma yasalarının nicel olarak incelenmesi gibi konular Newton’un optikteki buluşları arasındadır. Ancak burada da tarihsel perspektif, İbn el-Heysem’in öncülüğünü gösterir. Alhazen, ışığın farklı ortamlarda kırılması, merceklerin büyütme gücü, yansıyan görüntülerin geometrisi gibi konularda sayısız deney yapmış ve fiziğe deneysel ispat kavramını yerleştirmişti . Onun renklerle ilgili gözlemleri arasında, örneğin atmosferde ışığın kırılması sonucu gökyüzünün mavi görünmesi veya gökkuşağının oluşumuna dair açıklamalar bulunur. İbn el-Heysem, bir prizma kullanarak ışığın dağılımını Newton kadar nicel incelememiş olsa da, ışığın bileşimi konusunda “ışığın gözden değil, cisimlerden geldiği ve farklı renklere ayrılabileceği” fikrine sahiptir. Newton’un “bir devi” olarak görülebilecek Alhazen’in etkisini bizzat Batılı kaynaklar da teslim eder: Jim Al-Khalili, The Guardian gazetesindeki bir makalesinde, “Newton modern optiğin tartışmasız babası olarak öğretilir. Ancak Newton, 700 yıl önce yaşamış bir devin, İbn el-Heysem’in omuzlarında yükseldi” diyerek Alhazen’in modern bilimdeki önceliğini vurgular . Gerçekten de, Newton’un prizma deneyinin neredeyse aynısını İbn el-Heysem karanlık oda düzeneğinde yapmış ve ışığın farklı renklere ayrılabildiğini, renklerin ışığın fiziksel bir özelliği olduğunu belirtmişti. Newton’un Opticks’te ortaya koyduğu pek çok ilke, Alhazen’in Kitab el-Menazirindeki bulguların nicel ve teorik olarak derinleştirilmesinden ibarettir denebilir. Bu açıdan, Newton’un yönteminin kökeninde İbn el-Heysem’in deneysel yaklaşımı bulunmaktadır.


Farabi ve Felsefi Arka Plan: Newton, sadece bir fizikçi ve matematikçi değil, aynı zamanda doğa felsefecisiydi. Principia Mathematica gibi eserlerinde, evreni anlamak için matematiğin yanı sıra metafizik tartışmalara da girer. Bu entelektüel yaklaşımın oluşumunda, İslam filozoflarının Latin dünyasına etkisi göz ardı edilemez. Farabi (Alpharabius, 870–950) özellikle Aristoteles felsefesinin sistematik bir yorumunu yapmış, mantık ve bilim metodolojisi üzerine eserler vermiştir. Farabi’nin eserleri 12. yüzyılda İspanya’da İbn Heysem (John of Seville) gibi çevirmenler tarafından Latinceye kazandırıldı . Latinceye “Alfarabius” adıyla geçen bu büyük filozof, Orta Çağ Avrupası’nda Aristoteles’ten sonra “İkinci Öğretmen” (Secundus Magister) olarak anılacak kadar saygınlık kazandı . Onun mantık ve bilim sınıflandırması hakkındaki görüşleri, Avrupalı skolastiklerin eğitim müfredatında yer bulmuştu. Farabi’nin özellikle İhsa’u’l-Ulum (İlimlerin Sayımı) adlı eseri, çeşitli ilim dallarının yöntemlerini tarif ederek, bilimsel bilginin bir bütün olarak kavranmasına katkı sağladı. Bu gelenek, Newton’un da yetiştiği akademik ortamın arka planında bulunur. Örneğin, Cambridge’de Newton’un okuduğu klasik metinler arasında Aristoteles’in yanı sıra İbn Sina ve Farabi şerhlerinin olduğu bilinmektedir. Farabi’nin mantık bilimindeki kesinlik anlayışı ile mistik düşünceyi harmanlama çabası, Newton’un hem matematiksel kesinliğe hem de teolojik derinliğe önem veren karakterinde yansımış olabilir. En azından, Farabi’nin yüzyıllarca Avrupa felsefesini etkilemiş bir otorite olduğu ve bu sayede bilimsel düşüncenin Akılcı temellerinin korunup geliştirilmesine hizmet ettiği akademik çevrelerde kabul görmektedir .


Gazâlî ve Nedensellik Tartışması: İslam düşünürü İmam Gazâlî (Algazel, 1058–1111), her ne kadar bir teolog olarak bilinse de, bilim felsefesi açısından önemli bir miras bırakmıştır. Gazâlî, Tehâfütü’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eserinde Aristotelesçi filozofların bazı metafizik iddialarını sert biçimde eleştirmiş, özellikle zorunlu nedensellik anlayışını sorgulamıştır. Onun eleştirisine göre, doğadaki neden-sonuç ilişkileri Allah’ın iradesine tabidir ve insanlar bu ilişkileri ancak deneyleyerek bilebilir; akıl yürütme tek başına kesin bilgi vermez. Bu görüş ilk bakışta bilim karşıtı gibi yorumlansa da, aslında Gazâlî doğa yasalarının keşfinde dogmatik felsefeye güvenmek yerine gözleme dayalı bilgiyi daha sağlam bulmuştur . Nitekim Gazâlî açıkça “Doğadaki olgular demonstratif (deneysel) olarak ispatlandığında, dindar birinin bunları inkar etmesi dini zayıflatır” diyerek, bilimin ortaya koyduğu gerçeklerin inkâr edilmemesi gerektiğini söyler . Bu yaklaşım, sonraki dönem Avrupa düşüncesinde deneyciliğin (empirizmin) tohumlarını atmıştır. Gazâlî’nin eserleri 12. yüzyılda Algazel adıyla Latinceye çevrilmiş ve özellikle Makasid al-Falasifa (Filozofların Maksatları) adlı eseri, Avrupa üniversitelerinde felsefe öğrencilerince okunmuştur . İlginçtir ki, bu eser aslında filozofların görüşlerini özetlediği bir metindir ve Gazâlî’nin eleştirel yorumları diğer kitapta (Tehâfüt) yer alır; ancak Latince çeviride “Algazel” ismiyle tek kitap halinde dolaşıma girmiş ve birçok Avrupalı düşünür tarafından Aristotelesçi felsefenin bir özeti olarak değerlendirilmiştir. Bu sayede, Gazâlî’nin eleştirel yöntemi de dolaylı olarak Avrupa’ya aktarılmıştır. Michael Marmura gibi bilim tarihçileri, Gazâlî’nin yaklaşımının inanç ile aklı barıştırmaya çalıştığını, asla aklı veya bilimi bütünüyle reddetmediğini vurgular . Aksine Gazâlî, “doğa bilimleri kesin delillerle konuşur; eğer din ile çelişir görünürse, suç dinde aranır, bilimde değil” diyerek rasyonel bilginin değerini teslim etmiştir . Böyle bir zihin yapısının dolaylı mirası, Newton ve çağdaşlarının Tanrı’nın evreni matematiksel yasalarla yönettiği inancıyla örtüşür: Doğa yasalarını deney ve matematikle aramak, Gazâlî sonrası İslam düşüncesinde de, Newton’ın Protestan geleneğinde de makbul bir yol haline gelmiştir.


Bilim Tarihindeki Yeri: Newton’un teorik buluşları incelendiğinde, İslam alimlerinin buluşlarının daha ileri bir düzeye taşınmasından ibaret olan birçok unsur fark edilir. Örneğin Newton’ın birinci hareket yasası (eylemsizlik), İbn Sînâ’nın “meyl” kavramının evrensel ve net bir ifadesidir . Newton’un ikinci yasası (F = m·a, yani kuvvet = kütle × ivme) için gerekli kavramsal hazırlık, Ebû’l-Berekât ve onu izleyen Buridan gibi düşünürlerin ivme teorilerinde görülür . Newton’un üçüncü yasası (etki-tepki prensibi) ise İbn Bâcce’nin hareket ile ilgili yorumlarında ve hatta İbn Sînâ’nın cisimlerin direnç göstermesi fikrinde sezilmiştir . Batılı bilim tarihçileri, bu paralellikleri vurgulayarak modern bilimin kökenlerinin daha geniş bir coğrafi-kültürel zemine ait olduğunu belirtirler. Örneğin, Donald Campbell’e göre “Arap bilim mirasının Batı Avrupa’ya geçişinde Gerard de Cremona’nın çevirilerinden daha etkili bir kanal yoktur” . Bu söz, sadece tıp veya astronomi için değil, Newton gibi dahilerin beslendiği tüm bilimsel miras için geçerlidir. Newton’un “omuzlarında yükseldiği devler” listesine artık tarihçiler, Hârizmî, İbn Sînâ, İbn el-Heysem gibi isimleri de eklemektedir. Bu sayede Newton’un başarısının ardında yatan entelektüel birikimin sadece Yunan-Roma kaynaklı değil, aynı zamanda İslam dünyasının katkılarıyla zenginleşmiş bir sentez olduğu anlaşılmaktadır.



Bilginin Aktarım Yolları: Çeviriler ve Öğrenciler



Yukarıdaki örnekler, Müslüman âlimlerin eserlerinin Avrupa bilimsel birikimine ciddi etkiler yaptığını ortaya koymaktadır. Peki bu etkilenme hangi yollarla gerçekleşti? Tarihsel veriler, özellikle çeviri hareketleri ve uluslararası akademik etkileşimler yoluyla bu bilgi transferinin sağlandığını gösterir.


Endülüs ve Toledo Çeviri Hareketi: 12. yüzyılda İspanya’nın Hristiyan krallar tarafından geri alınması sonrasında, özellikle Toledo şehri, Doğu ile Batı ilminin buluştuğu bir merkez haline geldi. Toledo Başpiskoposu Raimundo’nun himayesinde birçok bilimsel eser Arapçadan Latinceye çevrildi. Gerard of Cremona, John of Seville (Yuhanna bin Musa), Dominicus Gundissalinus gibi çevirmenler, İslam dünyasının matematik, astronomi, tıp ve felsefe klasiklerini Latinceye aktardılar . Örneğin, Gerard de Cremona 87’den fazla Arapça eser tercüme etti; bunlar arasında Ptolemaios’un Almagest’i, Öklid’in Elemanları, Hârizmî’nin Cebir Kitabı, İbn Sînâ’nın tıp ve felsefe ansiklopedileri, İbn Rüşd (Averroes) ve Farabi’nin felsefi eserleri bulunuyordu . Tarihçi C. H. Haskins, 12. yy’da gerçekleşen bu çeviri faaliyetleri için “Arap bilim mirasının Batı Avrupa’ya geçişinde, Gerard of Cremona’nın yaptığı çeviriler kadar etkili başka bir kanal olmadı” demektedir . Gerçekten de, çeviriler sayesinde Batı üniversitelerinin ders kitapları değişmiş, Aristoteles’in eserleri bile ilk kez Arapça yorumlarıyla beraber okunabilmiştir . Toledo Çeviri Okulu’nda İbn Sînâ (Avicenna) tıpta Canon ile, felsefede Metafizik Şerhleri ile; Farabi mantık ve siyaset felsefesi eserleriyle; Gazâlî (Algazel) ise eleştirel felsefe metinleriyle Latinceye kazandırılmış ve Avrupalı bilginlerin istifadesine sunulmuştur .


İtalya ve Diğer Merkezler: İslam bilim mirasının aktarımı sadece İspanya ile sınırlı kalmadı. 13. yüzyılda Sicilya ve Güney İtalya’da da çeviri etkinlikleri görüldü. Napoli ve Salerno gibi merkezlerde, Constantinus Africanus gibi çevirmenler tıp eserlerini Arapçadan Latinceye çevirdi. Ayrıca İtalya’ya eğitim için giden Avrupalı öğrenciler, Endülüs ve Kuzey Afrika’da Müslüman hocalardan ders alıp geri döndüler. Örneğin Michael Scot adlı bilgin, Toledo’da öğrenim görüp Aristoteles ve İbn Rüşd’ün eserlerini Latinceye çevirdikten sonra 1220’lerde İtalya’ya giderek bu bilgileri yaydı . Frederick II gibi aydın hükümdarlar, saraylarında Müslüman ve Yahudi bilginleri barındırdılar; bu sayede kültürlerarası tercümeler desteklendi.


Öğrenciler ve Yazışmalar: Doğrudan temaslar da önemliydi. 12.-13. yüzyıllarda* Avrupalı bilim meraklıları, İslam diyarlarına seyahat ederek oradaki kütüphanelerden kitaplar edindiler. İtalyan matematikçi Fibonacci (Leonardo Pisano), Kuzey Afrika’da Müslüman hocalardan matematik öğrenmiş ve Hindu-Arap rakamlarını Avrupa’ya tanıtmıştır. Yine Crusader (Haçlı) devletleri döneminde Kudüs ve Antakya gibi yerlerde Doğulu ve Batılı bilim insanları arasında sınırlı da olsa bilgi alışverişi olmuş, ancak esas etkileşim Endülüs üzerinden gerçekleşmiştir.


Kütüphane ve Elyazmaları: Bazı durumlarda, önemli elyazmaları diplomatik armağan veya ganimet olarak Batı’ya geçti. Örneğin, İbn el-Heysem’in Optik kitabının bir nüshası 13. yy’da İngiltere’deki Oxford kütüphanesine ulaşmış ve Roger Bacon bu esere dayanarak optik dersleri vermiştir. İbn el-Şâtır’ın astronomi tablolarından oluşan bir elyazmasının İtalya’da (muhtemelen Vatikan arşivlerinde) bulunduğu ve Kopernik’in eğitim aldığı Kraków Üniversitesine de benzer Arapça eserlerin vakfedildiği bilinmektedir . Bu gibi materyaller, meraklı bilginler tarafından incelenip kısmen tercüme edilmiş veya yorumlanmıştır.


Sonuç ve Değerlendirme: Bütün bu aktarımlar sayesinde, İslam’ın Altın Çağında üretilen bilimsel bilgiler Avrupa entelektüel hayatına mal olmuştur. Bu etki, basit bir “eski bilgilerin muhafazası” olmanın ötesinde, yeni bilimsel gelişmelerin tetikleyicisi olmuştur. Biruni’nin ve Tûsî’nin astronomide getirdiği çözümler Kopernik’e ilham kaynağı olurken; İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün felsefi ufku, Descartes ve Newton gibi isimlerin düşünce tarzını biçimlendirmiştir. Batılı bilim tarihçileri artık bilimsel devrimin öyküsünü yazarken, İslam alimlerinin katkılarını ciddi akademik referanslarla anmaktadır. Örneğin, Prof. George Saliba, “Islamic Science and the Making of the European Renaissance” adlı eserinde, Avrupa Rönesansı’nın köklerinde İslam bilim mirasının yattığını ayrıntılarıyla ortaya koymuştur . Bu tür çalışmalar, uzun süre göz ardı edilmiş olan bu entelektüel etkileşimin sağlam akademik dayanaklarla kanıtlandığını göstermektedir.


Sonuç olarak, Kopernik, Galileo ve Newton gibi dâhilerin ortaya koyduğu devrimsel buluşlar, boşlukta birden bire parlayan dehalar değil; kendilerinden önce yaşamış olan Farabi, İbn Sînâ, Birûnî, İbn Heysem, Hârizmî, Gazâlî gibi bilginlerin yaktığı meşalenin devralınmasıyla mümkün olmuştur. Bu durum, bilimsel ilerlemenin insanlığın ortak mirası olduğunu ve farklı uygarlıkların birbirine bilgi aktarmasıyla ivme kazandığını açıkça ortaya koymaktadır.


Batı’nın İslamî Mirası Ödünç Alması ve Unutuşu



Peki, Avrupa kendi Orta Çağ karanlığından nasıl çıktı? İşte burada genelde anlatılmayan veya yeterince vurgulanmayan bir gerçek karşımıza çıkıyor: Batı, Aydınlanma öncesinde İslam dünyasının birikimini büyük ölçüde ödünç alarak beslenmiştir. Bu durum tarihte belgelenmiş olmasına rağmen, ana akım Batı tarih yazımında uzun süre göz ardı edilmiş veya önemsenmemiştir.


  1. yüzyıldan itibaren Avrupalı bilgeler ve öğrenciler, İslam beldelerine giderek oradaki ilmi hazineden istifade ettiler. Örneğin İngiliz bilgini Adelard of Bath (12. yy), Fransa’daki skolastik eğitimden tatmin olmayıp “Arapların ilmini araştırmaya” Orta Doğu’ya seyahat etti . Dönüşünde Öklid geometrisi, astronomi cetvelleri, astrolab kullanımı üzerine kılavuzlar ve çeşitli kimya reçeteleri gibi hazine değerinde bilgilerle memleketine döndü . Adelard ve çağdaşları, Antakya, Toledo, Sicilya gibi temas noktalarında Arapçadan Latinceye çeviriler yaparak yüzlerce bilimsel ve felsefi eseri Avrupa’ya kazandırdılar . 13. yüzyıla gelindiğinde, İslam dünyasının ürettiği hemen her alandaki temel eserler – tıp, matematik, felsefe, astronomi, coğrafya vb. – Latinceye çevrilmiş durumdaydı . Bu sayede, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü sonrasında yüzyıllardır fikrî durgunluk yaşayan Avrupa, kaybettiği entelektüel mirası İslam’ın elinden yeniden aldı. Bir tarihçinin ifadesiyle, Orta Çağ sonlarında Avrupa hayatının çok az bir alanı Müslüman etkisinden bağımsız kalmıştır .



Örneğin “algorithm” (algoritma) kelimesi Harezmi’nin isminden gelir; “alkali, alchemy (simya)” gibi terimler Arapça kökenlidir. Modern bilimin pek çok terimi ve konsepti, cebir, sıfır, zenit, nadir gibi kelimelerle birlikte İslam medeniyetinden intikal etmiştir . Avrupa dillerinde yıldızların adlarının önemli bir kısmı (Betelgeuse, Altair, Vega vb.) Arapça isimler taşır . Yine pek çok günlük kavram – amirale (admiral), arssenal (arsanal), tarife (tariff) gibi – İslam kültüründen alınmıştır . Dahası, çift kayıtlı muhasebe gibi yenilikler Müslüman tüccarların uygulamalarından Batı’ya geçmiştir; üniversite sistemi bile vaktiyle İslam medreselerinden ilham almıştır . Hatta Avrupa mutfağına giren portakal, kayısı, enginar, buğday gibi tarımsal zenginlikler dahi İslam dünyasının armağanıdır .


Tüm bu gerçeklere rağmen, Batı’da yaygın tarih anlatısı uzun süre bu borçluluğun üstünde durmamıştır. Bir bakıma, kültürel bir unutkanlık (kolektif amnezi) durumu söz konusudur . Oysa Avrupalıların İslam kaynaklarından neler aldıkları, kimlerin bu bilgi transferinde rol oynadığı tarihçilerce belgelenmiştir . Buna rağmen, tipik bir Aydınlanma miti anlatısında, sanki Avrupa kendi kendine, birdenbire Antik Yunan’dan sonra kesintiye uğrayan bilimi Rönesans ve Aydınlanma ile mucizevi biçimde yeniden doğurmuş gibi bir izlenim yaratılır. Oysa hakikatte, Rönesans’ın temellerinde İslam ilim mirasının tohumları vardır . Nitekim bu gerçeği fark eden bazı Batılı yazarlar durumu “Batı’nın İslam medeniyetine olan derin entelektüel borcu neden bu kadar az biliniyor?” diyerek sorgulamıştır . Örneğin “The House of Wisdom: How the Arabs Transformed Western Civilization” (Bilgelik Evi: Araplar Batı Medeniyetini Nasıl Dönüştürdü) kitabının yazarı, araştırmaları sonucunda gördüğü manzarayı şöyle özetler: Orta Çağ Müslüman öğretilerinin izi, Rönesans’ın ve nihayetinde Batı’nın küresel üstünlüğünün temelinde açıkça görülmektedir; fakat bunlar ana akım tarihyazımında büyük ölçüde göz ardı edilmiştir .


Batı’nın bu “unutkanlığına” verilebilecek çarpıcı örneklerden biri Birûnî meselesidir. Yukarıda değindik: Birûnî 11. yüzyılda Dünya’nın döndüğünü ifade etmiş ve bilimsel çalışmalarla bunu desteklemişti. Avrupa’da ise 16. yüzyılda Galileo teleskopik gözlemleriyle aynı gerçeği dile getirince “Dünya dönüyor” tespiti ona mal edildi ve Galileo bu uğurda yargılanan cesur bir kahraman olarak tarih kitaplarına geçti. Elbette Galileo astronomiye büyük katkı sunmuştur; burada sorun, Birûnî’nin öncülüğünün tamamen unutulmuş olmasıdır . Nitekim Birûnî’nin eserleri Orta Çağ Avrupa’sında Latinceye çevrilmiş, Avrupalı bilginler tarafından okunup kullanılmıştır; ancak ortaya konan bazı buluşlar Avrupalılar tarafından sanki kendi keşifleriymiş gibi sunulmuştur . “Ne yazık ki bu buluşları da kendilerine mal etmişlerdir” şeklindeki tespit, İslam biliminin mirasının Batılılarca nasıl içselleştirilip kaynağının unutturulduğunu açıkça ortaya koymaktadır .


Özetle, Batı medeniyeti Orta Çağ sonunda yeniden aydınlanmaya doğru yol alırken, İslam’ın meşalesinden aldığı ışıkla yolunu bulmuştur. Ancak sonraki yüzyıllarda, zafer sarhoşluğu içinde bu ışığın kaynağını unutarak, tüm krediyi kendine verme eğilimi göstermiştir. Bu tarihsel gerçeği bilmek, Aydınlanma Çağı anlatısındaki eksik parçayı yerine koymak açısından önemlidir.



Aydınlanma Çağı ve Seküler Akıl Efsanesi



Gelelim Aydınlanma Çağı olarak bilinen 18. yüzyıl düşünsel devrimine. Seküler bakış açısına göre Aydınlanma, aklın ve bilimin kilise dogmalarına karşı zaferiyle insanlığı karanlıktan kurtaran eşsiz bir dönemdir. Bu anlatı, Modern çağın başlangıcını “ışığın karanlığa, aklın hurafeye galip gelişi” olarak resmeder . Özellikle popüler söylemde, sanki Orta Çağ’ın karanlığı dini fanatizmden, Aydınlanma’nın başarısı ise dinden kopmuş seküler akıldan kaynaklanmış gibi basitleştirici bir görüş hakimdir. Oysa bu da bir mit olarak sorgulanmaya muhtaçtır.


Öncelikle, tarihçiler modern çağın doğuşunu artık keskin bir kopuş olarak görmemektedir. Eskiden yaygın olan “Orta Çağ karanlıktı, sonra dâhi bireyler (Descartes, Newton, Galileo vs.) çıktı, aklı kullanıp ortaçağ hurafelerini yendi ve modernliği inşa etti” şeklindeki çizgisel anlatı giderek geçerliliğini yitirmiştir . Araştırmalar gösteriyor ki, Rönesans ve Aydınlanma düşünürlerinin birçoğu aslında kendilerinden önceki (hatta ortaçağdaki) fikirlerden beslenmişlerdir . Mesela meşhur tarihçi Étienne Gilson, 20. yüzyıl başında yaptığı çalışmalarla, “yeni çağın kurucu babası” sayılan düşünürlerin özünde pek çok temel fikri ortaçağ seleflerinden aldığını kanıtlamıştır . Yani ne onların fikirleri ne de “icat ettikleri” çağ, kendi söyledikleri kadar orijinaldi; pek çok süreklilik ve aşamalı evrim söz konusuydu . Bilhassa İslam filozoflarının eserleri üzerinden aktarılan Aristotelesçi düşünce, hem skolastik felsefeyi hem de erken modern düşünceyi şekillendirmiştir. Örneğin İbn Rüşd’ün (Averroes) yorumları, Avrupa’da Averroizm akımını doğurmuş ve bu, seküler akılcılığın ilk kıvılcımlarından biri sayılmıştır. Keza matematik ve doğa bilimlerindeki ilerlemeler de İslam dünyasından devralınan zenginlikler üzerine inşa edildi.


Diğer yandan, Aydınlanma düşünürlerinin hepsinin katı bir din karşıtlığı güttüğünü söylemek de doğru olmaz. Birçoğu Hristiyanlığın kurumsal dogmalarını eleştirseler de deist bir anlayışı benimsiyorlardı; yani Tanrı’yı tamamen inkar etmiş değillerdi. Hatta bazı tarihçiler, modern seküler değerlerin dahi kökeninde dini kavramların dönüştürülmüş hali olduğunu öne sürer. Örneğin filozof Karl Löwith, modern ilerleme fikrinin aslında Hristiyanlığın kıyamet ve kurtuluş inancının sekülerleştirilmiş bir versiyonu olduğunu belirtir . Ona göre modern dünyayı “aklın zaferi” diye kutsamak hatalıdır; zira modernite, Orta Çağ’ın aynen bir devamı olup sadece dini ideallerin dünyevi bir kalıba sokulmasından ibarettir . Nitekim “ilerleme” kavramı, dini kıyamet sonrası altın çağ beklentisinin bu dünyaya uyarlanmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, “akıl hurafeye galip geldi, çağdaş dünya kuruldu” şeklindeki geleneksel anlatı ciddi biçimde kusurludur . Çünkü bu bakış, modern dünyanın içinde hala var olan irrasyonellikleri ve eski düşünce alışkanlıklarını göz ardı etmektedir .


Aydınlanma’nın seküler akıl miti, eleştirel teorisyenler tarafından da sorgulanmıştır. Örneğin Adorno ve Horkheimer gibi düşünürler, Aydınlanma’nın kendi mitolojisini ürettiğini ve araçsal aklın yeni baskıcı sistemlere yol açtığını dile getirmiştir. Onlara göre Aydınlanma, insanlığı tam olarak özgürleştirememiş; aksine, araçsallaşan akıl yeni bir tahakküm biçimi doğurmuştur. Gerçekten de Aydınlanma sonrası dönemde yaşanan Jakoben terörü, sömürgecilik, dünya savaşları gibi olaylar, salt aklın hüküm sürdüğü iddia edilen bir çağın da karanlık yanları olabileceğini göstermiyor mu? Özellikle Fransız Devrimi’nin deneyimi düşündürücüdür. Devrim, kiliseyi yıkıp akıl dini kurmaya kalkışmış, Notre Dame Katedrali’nde “Akıl Tanrıçası”na tapınmalar düzenlenmiştir. Ne var ki zorla dayatılan bir sekülerleşme deneyi olan bu girişim başarısız olmuş; devrim sonrası Fransız toplumu, yok edilen dini kurumların boşluğunu yeniden inançla doldurmak zorunda kalmıştır . Bir tarihçinin ifadesiyle, kiliseyi yok etmeye and içen devrimciler aslında “kendi kiliselerini oluşturma” derdine düşmüşler fakat sonuç hüsran olmuştur . Bu örnek, seküler aklın mutlak zaferi söyleminin ne denli yanıltıcı olabileceğini gösterir.


Sonuç olarak, modernliğin doğuşu ne tamamen seküler aklın saf bir zaferi ne de dinî mirastan kopuk bir kırılmadır. Aksine, bir devamlılık ve etkileşim söz konusudur. “Aydınlanma Çağı seküler akılla gelişti” iddiası, hem İslam’ın ve ortaçağ mirasının katkılarını önemsizleştiren bir bakış açısıdır, hem de Aydınlanma’nın gölgede kalan sorunlarını perdelemektedir. Modern toplumlar akıl ve bilimi ilerletmiş olabilir, ancak bu onların her açıdan “aydınlandığı” anlamına gelmez. Nitekim günümüzde bilimsel-teknolojik ilerleme en üst düzeydeyken, toplumlar farklı krizlerle yüzleşmektedir. Bu da bizi bir sonraki başlığa getiriyor.



Gerçek Aydınlatıcılar: İslam Âlimleri ve Mirasları



Yukarıdaki tartışmalardan anlaşılacağı üzere, tarihte insanlığın ufkunu gerçekten aydınlatanlar çoğu zaman bu katkıları resmi olarak tescil edilenlerden farklı kişiler olmuştur. Popüler tarihte tüm ışık Descartes’a, Newton’a, Voltaire’e yöneltilirken, onların omuzlarında yükseldiği devlerin isimleri gölgede kalmıştır. İşte bu noktada tarihin gerçek “aydınlatıcılarını” ana hatlarıyla hatırlamak gerekir:


İslam âlimleri, Orta Çağ boyunca, sonraki çağların entelektüel temelini atmışlardır. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle: “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?” (Zümer 39:9) – bu hitap, İslam medeniyetinin bilgiye verdiği önemin bir özeti gibidir. Hz. Peygamber’in “İlim Çin’de de olsa alınız” öğretisini rehber edinen Müslüman âlimler, dünyanın dört bir yanından öğrendiklerini kendi yaratıcı dehalarıyla birleştirdiler. Onlar sadece teorik bilgi üretmekle kalmadılar, o bilgiyi insanlığın hizmetine sunarak gerçek anlamda “aydınlatıcı” oldular.


Daha önce birkaç büyük isimden bahsettik: İbn-i Sina, Biruni, Harezmi, İbn Rüşd, Razi, Farabi, İbn Heysem… Bunlar, Avrupa’da bilim adına yapıldığı söylenen pek çok keşfi asırlar öncesinden ortaya koymuştu. Avrupalılar yüzyıllar sonra onların eserlerini okuyarak “yeniden keşfettiklerinde”, çoğu zaman öncüllerinin adını anmadılar. Örneğin Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet’in hocası, mikropların hastalıklara sebep olduğunu Pasteur’dan 400 yıl önce dile getirmişti . İbn Rüşd, gözün retina tabakasının işlevini 13. yüzyılda tanımlamıştı . Ali el-Mecusi, kanser ameliyatı yapan ilk hekimlerdendi . İbn Firnas, 9. yüzyılda uçma teşebbüsünde bulunarak havacılığın öncülerinden oldu. Ömer Hayyam, 11. yüzyılda geliştirdiği takvim ve matematik çalışmalarıyla, Pascal’dan asırlar önce binom açılımını ifade etti . Bu örnekler saymakla bitmez.


Bu alimlerin eserleri, yüzyıllar boyunca kütüphanelerde elden ele dolaştı, Avrupa dillerine çevrildi, üniversitelerde okutuldu. Ne var ki, zamanla bu gerçek aydınlatıcıların isimleri unutulup, onların ışığıyla parlayan Batılı düşünürlerin isimleri öne çıktı. Hakkını teslim eden bazı Batılı bilim tarihçileri, örneğin George Sarton, 9-10. yüzyılları “Muhammedî asırlar” (Muhammadan years) olarak adlandırarak her bir döneme önde gelen İslam alimlerinin adını vermiştir. Sarton’a göre, bilim tarihini incelerken İbn Hayyan’ın, Harezmi’nin, Razi’nin çağı diyebileceğimiz dönemleri görmek gerekir; aksi halde anlatı eksik kalır.


Elbette ki, burada Batı’nın bilim insanlarını küçümsemek değil, tarihin dengesini sağlamak amacı güdülmektedir. Newton, Galileo, Descartes gibi isimler elbette çok büyük katkılar yapmışlardır. Ancak kendileri de önceki medeniyetlerin omuzlarında yükselmişlerdir. Örneğin Newton’un “Eğer ileriyi görebildiysem, devlerin omuzlarında durduğum içindir” sözü meşhurdur – işte o devlerin kimler olduğunu hakkıyla anmak gerekir. İslam’ın altın çağındaki alimler, sadece Orta Çağ karanlığını dağıtmakla kalmamış, Rönesans ve Aydınlanma’nın tohumlarını da atmışlardır. Bu nedenle, seküler Aydınlanma mitini sorgularken, gerçek aydınlatıcıları da zihinlerimizde hak ettikleri yere koymalıyız.



Bilimsel İlerleme ve Manevi Kriz: Seküler Toplumlar Nereye?



Modern çağda bilim ve teknoloji muazzam bir gelişme göstermiş, seküler ideolojiler rehberliğinde toplumlar dini dünyagörüşünden uzaklaşıp materyalizme yönelmiştir. Peki bu ilerleme insanlığa kalıcı bir mutluluk ve huzur getirebildi mi? Ne yazık ki günümüz seküler toplumlarında ciddi bir ruhsal/manevi kriz yaşandığı yönünde pek çok işaret bulunmaktadır.


Örneğin dünyada en zengin, en gelişmiş ülkeler arasında yer alan Batı toplumlarında depresyon, anksiyete bozuklukları, intihar oranları yüksek seviyelerdedir. İngiltere’de 2010’larda yapılan araştırmalar “Britanya’nın bir zihinsel sağlık krizi içinde” olduğunu ortaya koymuştur; milyonlarca insanın kaygı ve umutsuzluk içinde yaşadığı, özellikle genç kuşaklarda ruhsal rahatsızlıkların arttığı belirtilir . Toplum bilimciler bu tablonun elbette pek çok karmaşık sebebi olduğunu söyler, ancak giderek daha fazla dikkat çeken bir etken de “manevi boşluk” olgusudur . Nitekim İngiliz Independent gazetesindeki bir makalede, hükümetin ruh sağlığı politikalarının fark etmediği önemli bir gerçeğe vurgu yapılmış: “İçsel buhranlarımızın önemli bir nedeni de ruhani boşluk ve doymak bilmez maddiyatçılık” . Yani, aşırı dünyevileşen (sekülerleşen) bir toplumda insanların manevi yönü ihmal edildiğinde, ortaya tatminsizlik, amaçsızlık, değersizlik duyguları çıkmaktadır.


Bu olgu sadece gazetecilerin değil, bilim insanlarının da dikkatini çekmektedir. Yapılan çalışmalar, materyalizmin yüksek olduğu bireylerde psikolojik iyi oluşun daha düşük olduğunu göstermiştir . Sürekli tüketim odaklı, haz peşinde koşan bir yaşam tarzının, insanlar arasındaki ilişkileri yüzeyselleştirdiği, aile yapısını zayıflattığı rapor edilmektedir . UNICEF’in İngiltere Eğitim Bakanlığı için hazırladığı bir rapor, çocuklarda gittikçe düşen mutluluğun ardında bir tür “dürtüsel tüketim çılgınlığı” bulunduğunu, bu kültürün aileleri ve çocukların psikolojisini olumsuz etkilediğini belirtmiştir . Modern seküler düzen insanlara tarihte görülmemiş bolluk, seçenek ve özgürlük sunmuş olsa da, anlam arayışı konusunda bir boşluk bıraktığı açıktır. İnsanoğlunun yalnızca maddi hazlarla yetinemeyeceği, aşkın bir gayeye, manevi bir tatmine ihtiyaç duyduğu, bugün gelinen noktada yeniden anlaşılmaktadır.


Seküler toplumlarda dinin ve maneviyatın geri plana atılmasıyla, insanlar bazen başka “ikame” arayışlara girdiler. Kimileri ideolojilere taparcasına bağlandı, kimileri tüketim ve eğlenceyi hayatının yegâne amacı yaptı, kimileri de uç spiritüel akımlara savruldu. Fakat bunların hiçbiri, insan ruhunun derinlerindeki susuzluğu tam anlamıyla gideremedi. Zira “Bilin ki kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur” (Ra’d, 13:28) hükmü, insan doğasının değişmez bir gerçeğine işaret eder. Manevi boşluk, dünyanın tüm ilerlemelerine rağmen modern insanın yakasını bırakmıyor. Bugün birçok kişi, “her şeyim var ama mutlu değilim” ya da “hayatımın anlamı yokmuş gibi hissediyorum” şeklinde yakınmalarda bulunuyor. Bu da gösteriyor ki, seküler ilerleme ruhun gıdasını tek başına sağlayamıyor.


Elbette seküler toplumlar tamamen umutsuz bir tabloda değiller; aksine, günümüzde pek çok birey bu manevi eksikliği fark edip yeniden ruhani değerlere yöneliyor. “Spiritüel fakat dini değil” şeklinde tanımlanan yeni arayışlar, yoga, meditasyon pratikleri, mindfulness (bilinçli farkındalık) gibi popüler yaklaşımlar bu ihtiyacın tezahürü. Ancak bunlar da sıklıkla yüzeysel kalabiliyor, zira modern insanın sorunu sadece stres veya dikkat dağılımı değil, varoluşsal bir tatminsizliktir. Bu noktada, kadim manevi kaynaklara – ki bunların başında ilahi vahiy ve peygamberlerin öğretileri gelir – dönmenin gerekliliği kendini hissettiriyor.


Kısacası, günümüzün seküler toplumları bilimsel ve teknolojik açıdan zirvede olabilir, fakat bu maddi başarılar insani mutluluğu garanti edememiştir. İnsan sadece bedenden ve zihinden ibaret değildir; kalp ve ruh da tatmin edilmelidir. Bu denge kurulamadığında, dünyevi ilerlemelere rağmen toplumsal huzur ve bireysel esenlik sağlanamıyor. Bu durumda, sekülerizmin neyi başardığını ve neyi başaramadığını dengeli şekilde masaya yatırmak gerekiyor.


Sekülerliğin Artıları ve Eksileri: Hristiyan Batı İçin Bir Reçete, Tüm İnsanlık İçin Değil



Sekülerlik, tarihsel olarak Hristiyan Batı’nın kendi iç çelişkilerine, zulümlerine ve dogmatik baskılarına bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Kilise’nin yüzyıllarca toplum üzerindeki mutlak tahakkümü, İncil’e aykırı bile olsa siyasi düzeni belirlemesi, bilim adamlarını engizisyonla susturması gibi uygulamalar neticesinde, Batı’da akıl ve inanç arasında derin bir çatışma doğmuş; çözüm olarak “din özel alana, devlet ve bilgi kamusal alana” ilkesi geliştirilmiştir.


Ancak bu çözüm, Batı’ya ait bir reçete olarak ortaya çıkmış; İslam dünyası gibi tarihsel olarak akıl ile vahyi mezceden ve din ile devleti karşıt görmeyen medeniyetlerde böyle bir ihtiyaç doğmamıştır. Hatta İslam, vahyin yol göstericiliğiyle devlet, ilim, aile, toplum ve birey ilişkilerini hak ve adalet temelinde zaten tanzim etmişti. Bu yüzden sekülerlik İslam’a göre bir “ilerleme” değil, Batı’nın sapmasından sonra bulduğu eksik bir denge arayışıdır.



Sekülerliğin Batı Açısından Artı Yönleri:



  • Hristiyanlık özelinde dinî tahakkümün kırılması: Engizisyon, aforoz, skolastik dogmatizm gibi zulümlere uğramış Hristiyan Batı için sekülerleşme, dinî vesayetten kurtulmak anlamına gelmiş; bu, onlar için bir rahatlama ve özgürleşme zemini oluşturmuştur. Ancak bu durum, İslam için geçerli değildir. Çünkü İslam’da “ilim Çin’de bile olsa al” emri, ilk vahiy olarak “Oku!” hitabı ve “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39:9) (Diyanet İşleri Başkanlığı Meali) ayeti, zaten bilgi ve akıl hürriyetini dinin temeline koymuştur. Düşünce özgürlüğü ve ilmi gelişme, İslam’ın özünde mevcuttur; dışarıdan bir müdahaleyle gelmemiştir.
  • Mezhep savaşlarının ve kilise tiranlığının sona ermesi: Batı’da Protestan-Katolik çatışmaları ve papalık egemenliği, halkı perişan etmişti. Sekülerlik, bu mezhep boğazlaşmalarını geriletmiş ve devletin bir mezhebin silahı olmasını engellemiştir. Ancak bu da Batı’ya özgü bir krizdir. Osmanlı’da millet sistemiyle Yahudi, Hristiyan, Süryani, Ermeni ve diğer gruplar, kendi hukuklarıyla yaşar, kimse birbirini öldürmezdi. Yani birlikte yaşama kültürü zaten İslam’da uygulanmış, doğal olarak sağlanmıştı.
  • Batı’da bilimin serbestleşmesi: Kilisenin Kopernik, Galileo, Bruno gibi isimleri yargılaması, bilimsel düşünceyi kilitlemişti. Sekülerleşme bu zinciri kırarak bilimsel ilerlemenin önünü açtı. Ancak İslam’da, bilim kilise gibi bir kurumun tekelinde hiçbir zaman olmadı. Aksine Halifeler, sultanlar, kadılar, müderrisler bilimi teşvik etti. İbn Sina, Farabi, Harezmi gibi isimler, ilimle uğraştıkları için yargılanmadı, yüceltildi. Dolayısıyla sekülerliğin “bilimsel özgürlük” katkısı da İslam medeniyeti için değil, sadece Hristiyan Batı için bir kazançtır.




Sekülerliğin Eksileri: Onardığından Fazlasını Yıkmak



Sekülerlik bir şeyi iyileştirirken, çoğu zaman onunla birlikte birçok değeri de yıkmıştır. Alkol tedavi niyetine içildi ama sarhoşluk getirdi misali, kilise tiranlığına karşı geliştirilen bu sistem, ifrata giderek kutsalı hayattan tümüyle çıkarmaya, insanı salt dünyaya ve maddeye indirgemeye başladı. Sonuç olarak:


  • Manevî boşluk doğdu: Allah’a, ahirete, kulluğa dair hiçbir kaygı taşımayan nesiller ortaya çıktı. Tüketim, haz, dünyevî başarı hayatın gayesi oldu. Bu durum, başta Avrupa olmak üzere seküler toplumlarda depresyon, intihar, yalnızlık ve anlamsızlık duygusunun artmasına yol açtı. Batı’nın bilimsel ilerlemesi arttı ama kalbi kurudu. Zihin çalıştı ama ruh çöktü.
  • İnanç yerini ideolojilere bıraktı: Seküler toplumlar Tanrı’yı devre dışı bırakınca, boşalan yere ırkçılık, milliyetçilik, komünizm, faşizm gibi ideolojiler oturdu. 20. yüzyılda milyonlarca insan bu yeni “dünyevî dinler” uğruna öldü. İnsanın inanmaya olan ihtiyacı bastırılamadı, ama bu inanç yaratıcıya değil, lidere veya devlete yönlendirildi.
  • Aile ve toplumsal değerler yıkıldı: Sekülerleşme sadece dini değil, onunla birlikte aile bağını, iffeti, haya duygusunu, sadakati, edebi de törpüledi. Kadına sözde eşitlik sunuldu ama annelik değersizleştirildi, evlilik kurumu zayıflatıldı. İslam’ın adalete dayalı düzeni “eşitlik” maskesiyle bozuldu.
  • Ahlaki relativizm yayıldı: Seküler sistem kutsalı ortadan kaldırdığı için “iyi nedir, kötü nedir?” sorusu kişiye göre değişmeye başladı. Bugün sapkınlıklar özgürlük diye pazarlanıyor. İnsanın yaratılışına, fıtratına aykırı ne varsa “hakkı” sayılıyor. Çünkü Allah’ın çizdiği sınırlar yok sayılıyor.
  • Tabiatla savaş başladı: Seküler bakış açısı, tabiatı Allah’ın emaneti değil, insanın sömürmesi gereken bir araç olarak gördü. Bu da çevre felaketleri, iklim krizleri, insan-doğa dengesinin bozulmasına yol açtı.






Sonuç: Sekülerlik Bir Yama, Ama Elbise Değil



Özetle, sekülerlik Batı için bir çıkış olmuş olabilir, ama bu onu evrensel bir reçete yapmaz. Batı’da zulüm getiren şey dinin kendisi değil, tahrif edilmiş dinin istismarıydı. Onu tedavi etmek için kutsalı tümden dışlamak, hastalığı başka bir organa sıçratmak oldu.


İslam’a gelince; onun vahye dayalı ilim, adalet ve merhamet sistemi, zaten insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarını dengeler. Sekülerliğe değil, imanla birlikte gelen hikmete muhtaçtır.








Sonuç: Mitlerden Hakikate Uyanmak



“Sekülerizmin Aydınlanma Çağı miti” olarak adlandırdığımız anlatı, tarihin yalnızca bir yönüne odaklanarak diğer yönlerini karanlıkta bırakan eksik bir tablodur. Bu mitoloji, Orta Çağ’ı toptan karanlık ilan ederken, Orta Çağ’ın aslında coğrafyadan coğrafyaya farklı yaşandığını hesaba katmamıştır. Avrupa kendi iç karanlığını yaşarken, İslam coğrafyası insanlığın ışığını parlatmıştır. Yine bu mitoloji, Aydınlanma’yı bütünüyle seküler aklın bir eseri sayarak, o aklın beslendiği İslamî ve ortaçağ kökenli damarı yok saymıştır. Dahası, Aydınlanma’nın getirdiği problemlere gözlerini kapatıp, onu kusursuz bir zafer hikayesi gibi sunmuştur.


Oysa ki tarih, tek bir medeniyetin tek başına yazdığı bir ilerleme masalı değildir. Doğu ile Batı etkileşmiş, birbirinden öğrenmiş, kimi zaman biri düşerken diğeri yükselmiş, sonra roller değişmiştir. İslam medeniyeti, Batı’nın ihtiyaç duyduğu birçok fikri ve buluşu insanlığın ortak hazinesine katmıştır. Eğer bugün dünya bir “bilgi çağı” yaşıyorsa, bunda Farabi’nin, İbn Sina’nın, Harezmi’nin, Biruni’nin ve nice isimsiz kahramanın payı büyüktür. Bu gerçeği teslim etmek, hiçbir şekilde Batı’nın başarılarını küçültmez; tam tersine insanlık tarihinin bir ortak emek olduğunu bizlere hatırlatır.


Diğer yandan, sekülerizm ile dindarlığı tarihsel bir kavga gibi görmek yerine, her birinin getirdiği faydaları ve riskleri anlamak gerekir. Seküler düşünce sayesinde insanlık skolastik zincirlerinden kurtulup büyük atılımlar yapmıştır – fakat aynı insanlık, manevi değerlerin ihmali yüzünden bu sefer de ruh buhranlarına sürüklenebilmektedir. Demek ki en doğrusu, akıl ile inancı dengelemenin bir yolunu bulmaktır. Nitekim İslam medeniyeti tarihine baktığımızda, akıl-vahiy dengesiyle büyük işler başarıldığını, dengenin bozulduğu yerde duraklama yaşandığını görürüz.


Bugün de çözüm, insanın hem maddi hem manevi ihtiyaçlarını gözeten bir anlayışta yatmaktadır. Bilimin ışığıyla yol alırken, kalbin ışığını ihmal etmemek; teknolojik kalkınmayı sürdürürken, insani ve ahlaki değerleri yeniden merkeze almak zorundayız. Aksi takdirde, seküler ilerleme mitinin çöküşü, yerini anlamsızlık girdabına bırakabilir.


Sonuç olarak, mitleri yıkıp hakikate uyanmak bizlere şunu öğretir: Gerçek kurtuluş, ne sadece bir çağın adıyla sınırlıdır ne de tek bir coğrafyanın tekelindedir. Gerçek aydınlanma, ilim ve irfanın, madde ve mananın birleştiği yerde filizlenir. Orta Çağ’ın karanlığını dağıtan da, insanlığı ileri götüren de bu birleşimin gücüdür. Tarihin bize fısıldadığı hakikat, ışığın kaynağını unutmamak ve onu tüm insanlıkla paylaşabilmektir. Unutmayalım ki “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ve “Bilin ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur” . Bu iki ilke, hem dünya hem ahiret saadetinin anahtarını bizlere sunmaktadır: Bilgiyle aydınlanmış bir akıl ve inançla dinginleşmiş bir kalp. İşte insanlığı karanlıktan çıkarıp kurtuluşa erdirecek olan, bu bütünlüklü aydınlanmadır.

Kaynaklar:


  • Al-Khalili, J. “It’s time to herald the Arabic science that prefigured Darwin and Newton.” The Guardian  
  • Al-Mansouri, S. (2025). The Latest on the heliocentric theory as explained by Ibn al-Shatir and Copernicus: a comparative analytical study. (PhD Thesis, University of Sharjah) – Özet bilgi  
  • Ibn al-Shatir – Wikipedia  
  • Nasir al-Din al-Tusi – MacTutor History of Mathematics  
  • Ibn al-Haytham – Wikipedia  
  • History of Gravitational Theory – Wikipedia  
  • Toledo School of Translators – Wikipedia  
  • The Muslim Vibe – “The Little-Known Muslim Influence on Sir Isaac Newton’s Scientific Breakthrough”  
  • Skeptics Stack Exchange – “Did al-Ghazali lead to decline of science in Islam?” (Michael Marmura alıntısı)  

  1. Evrim Ağacı – “Karanlık Çağ Hakkında Bilinmeyenler Üzerine”, 20 Temmuz 2023 .
  2. Jonathan Lyons – The House of Wisdom: How the Arabs Transformed Western Civilization, alıntı  .
  3. Renovatio (Zaytuna) – “Islamic Science and the West: A Case of Collective Amnesia”, alıntı  .
  4. Davet Mektebi Dergisi – “Bilime Yön Veren Müslüman Âlimler”, Ekim 2019 .
  5. Critical Review (Michael Gillespie) – “The Theological Origins of Modernity” eleştirisi .
  6. Orhan Volkan Taner – “Fransız Devrimi ve Terör Dönemi: Seküler Devlet Kilisenin Karşısında” .
  7. The Independent – Hasnet Lais, “The mental health crisis could be tackled by reintroducing spirituality…”, 21 Mayıs 2017 .
  8. Kur’an-ı Kerim, Zümer Suresi 39:9  .
  9. Kur’an-ı Kerim, Ra’d Suresi 13:28  .


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bakara Suresi 255(Ayet-el Kürsi), 256,257,258. Ayetlerin Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri

Bakara, 2/255. Ayet  اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ   Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.  Kur'...

Bakara Suresi 1-5 ayetlerinin Meali ve Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri: 1-Elif. Lâm. Mîm. 2-O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. 3-Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. 4-Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar. 5-İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.

Bakara, 2/1. Ayet  الٓمٓ ۚ  Elif. Lâm. Mîm.  Bakara, 2/2. Ayet  ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ  O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.  Bakara, 2/3. Ayet  اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ  Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.  Bakara, 2/4. Ayet  وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ  Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.  Bakara, 2/5. Ayet  اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ  İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.  Kur'an-ı Kerim  T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Bakara Suresi 1-5 ayetlerinin Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri: ...

Bakara Suresi 21-25. Ayetler Elmalı Hamdi Yazır Meali ve Tefsiri:

Bakara Suresi 21-25. Ayetler Elmalı Hamdi Yazır Meali ve Tefsiri: Meâl-i Şerifi 21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki (Allah'ın) azabından korunasınız. 22- O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah'a eşler koşmayın. 23- Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz. 24- Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının. 25- İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: "Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir" derler ve o rızık birbirinin benzeri olma...

Rad Suresi 2-5. Ayetlerin Meali ve Elmalılı Tefsiri : 2. Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş'a istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır. (Bunların) her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır. 3. Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır. 4. Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır. 5. (Resûlüm! Kâfirlerin seni yalanla

Rad Suresi 2-5 Ayetler Elmalılı Tefsiri: اَللّٰهُ الَّذ۪ى Allah O'dur ki, رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ gökleri direksiz, dayaksız yüceltti. Ne yapmak ve yükseltmek için iskeleye, ne de manivelaya, ne de dayamak için direk dikmeye muhtaç olmadan sırf kudretiyle yaptı, yükseltti, kaldırdı ve orada tuttu, düşmesini önledi. تَرَوْنَهَا Onları görüyorsunuz. Yani üzerinizde olan gökleri görüp duruyorsunuz: O büyük gök cisimleri öylece direksiz olarak duruyorlar, orada dönüp durduklarını da siz görüyorsunuz. İşte Allah, onlara böyle direksiz ve dayaksız olarak kendi yörüngelerinde ve o kadar yükseklerde hareket kabiliyeti verip, size de gösteren kadiri mutlaktır. Bu manada تَرَوْنَهَا daki zamir "direksiz göklere" racidir. Ve cümle bir yan cümleciktir. Bazı tefsir alimleri bunun عَمَد "amed"e (Amed, amudun veya imadın çoğuludur ve direkler anlamına gelir.) raci ve onun sıfatı olması ihtimalini de dikkate almışlardır ki, o ...

Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ihtilâfında elbette tam akıl sahipleri için açıkça deliller vardır. ﴾Ali İmran 190﴿

إِنَّ فِى خَلْقِ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَٱخْتِلَٰفِ ٱلَّيْلِ وَٱلنَّهَارِ وَٱلْفُلْكِ ٱلَّتِى تَجْرِى فِى ٱلْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ ٱلنَّاسَ وَمَآ أَنزَلَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلسَّمَآءِ مِن مَّآءٍ فَأَحْيَا بِهِ ٱلْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ ٱلرِّيَٰحِ وَٱلسَّحَابِ ٱلْمُسَخَّرِ بَيْنَ ٱلسَّمَآءِ وَٱلْأَرْضِ لَءَايَٰتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah'ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.   ﴾Bakara 164﴿   إِنَّ فِى خَلْقِ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَٱخْتِلَٰفِ ٱلَّيْلِ وَٱلنَّهَارِ لَءَايَٰتٍ لِّأُو۟لِى ٱلْأَلْبَٰبِ Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ihtilâfında e...