İslam Bilim Tarihi ve Mirası Üzerine Derinlemesine Bir Bakış
1. Giriş: Bilimin Kökenine Dönüş
İslam medeniyeti, Batı’nın “karanlık çağlar” olarak tanımladığı Orta Çağ boyunca, Hindistan’dan Endülüs’e uzanan muazzam bir coğrafyada yalnızca siyasi ve askeri değil, aynı zamanda ilmi ve fikrî bir medeniyet inşa etmiştir. Bu medeniyetin temeli, Kur’an’ın ilk emri olan “Oku!” çağrısıyla atılmıştır. İlim, insanın yaratılış gayesiyle doğrudan bağlantılı, ahlaki ve ontolojik bir değere sahiptir.
Hz. Peygamber (s.a.v), bilgiye verilen önemin pratiğini hem kendisi yaşamış hem de sahabesine öğretmiştir. “Kim ilim öğrenmek için bir yola girerse, Allah ona cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Müslim) buyruğu, bu anlayışın temelini oluşturur. Medine Mescidi, ilmin ilk kurumsal mekanı hâline gelirken, Kur’an hafızları, yazıcılar ve öğretmen sahabelerle birlikte İslam toplumu daha hicrî ilk asırda ilme açık bir kimlik kazanmıştır.
Fetihler neticesinde Müslümanlar, farklı medeniyetlerin bilgi birikimiyle karşılaşmış; bu birikimi küçümsemek yerine titizlikle incelemiş, Arapçaya çevirmiş, yeniden değerlendirmiştir. Hint matematiği, Yunan felsefesi, Pers tıbbı, Mısır astronomisi ve Süryani dilindeki bilimsel birikimler İslam aklı tarafından yalnızca devralınmamış; eleştirilerek, yapılandırılarak ve geliştirilerek yeni bir bilgi paradigmasına dönüştürülmüştür.
İlk dönem Müslüman bilginler, bilginin kaynağından çok içeriğine ve faydasına odaklanmış; bilginin evrenselliğini esas almışlardır. Bu yaklaşım, Batı’nın yüzyıllar sonra savunmaya başlayacağı bilim anlayışının İslam'da çok daha erken geliştiğini göstermektedir.
Bu yazı, İslam medeniyetinin bu muazzam bilgi mirasını tarihsel seyriyle ortaya koyarken, onu bugünün ihtiyaçları ve yarının inşası açısından değerlendirmeyi hedeflemektedir.
2. Tercüme Hareketi ve Bilimsel Hamle
İslam bilim tarihinin yükseliş dönemlerinden biri, 8. yüzyıldan itibaren yaşanan Tercüme Hareketi ile başlamıştır. Emevîler döneminde ilk adımları atılan bu faaliyet, Abbâsî Halifesi Me’mun zamanında Beytü’l-Hikme’nin kurulmasıyla sistematik bir nitelik kazanmıştır.
Bu dönemde Yunan, Hint, Fars ve Süryani menşeli bilimsel metinler Arapçaya çevrilmiş; yalnızca felsefe değil, matematik, astronomi, tıp, kimya, mekanik ve geometri gibi teknik alanlarda da büyük bir bilgi aktarımı gerçekleşmiştir. Öne çıkan çevirmenler arasında Huneyn b. İshak, Sâbit b. Kurre ve İshak b. Huneyn gibi isimler, aynı zamanda alanlarında otorite sahipleriydi.
Ancak bu süreç sadece bir nakil hareketi değil; aynı zamanda şerh (yorum), tashih (düzeltme), tenkit (eleştiri) ve telif (özgün katkı) faaliyetlerinin yürütüldüğü dinamik bir ilmî devrimdi. El-Hârizmî’nin “Kitâbu’l-Cebr ve’l-Mukâbele” adlı eseri, yalnızca çeviri değil, yeni bir disiplinin temeli olan cebirin kurumsallaşmasını sağlamıştır. Batı’da 'algebra' adıyla yayılan bu disiplin, doğrudan İslam dünyasında doğmuştur.
Tercüme edilen eserler yalnızca bireysel düzeyde kalmamış, medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş, üzerinde tartışmalar yapılmış ve yeni kuşaklara aktarılmıştır. Bu kültür, çeviriyle başlayıp üretimle sonuçlanan bir bilgi döngüsü doğurmuştur.
3. Bilimin Özümseme ve Kurumsallaşma Süreci
Tercüme hareketinden sonra 9. yüzyıl itibariyle başlayan süreç, İslam bilim tarihinin “özgünleşme” ve “kurumsallaşma” devresidir. Bu dönemde bilgi yalnızca çevrilip anlaşılmamış; aynı zamanda kuramsallaştırılmış, kurumsallaştırılmış ve sistemleştirilmiştir.
Beytü’l-Hikme, yalnızca bir kütüphane ya da tercüme merkezi değil, aynı zamanda bir akademi, bir araştırma enstitüsü, bir fikir meclisi ve gözlemevi olarak işlev görmüştür. Burada Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Sâbiî kökenli bilginlerin birlikte çalışması; İslam biliminin evrenselci ve kuşatıcı yapısını yansıtır.
Bu dönemde kurulan rasathaneler (gözlemevleri), gökyüzü gözlemlerini hassas hesaplarla desteklemiş ve zîc (astronomik cetvel) kitapları ortaya çıkarmıştır. Bettânî, yıl uzunluğunu modern hesaplamaya 2 dakikadan az farkla hesaplamış; Fergânî, güneş sisteminin yapısını kavramsallaştırmış; İbn Heysem, deneysel optik alanında devrim yapmıştır.
Bîrûnî, yalnızca coğrafya ve astronomide değil, jeoloji, mineraloji, kültürel antropoloji gibi alanlarda da özgün eserler vermiş; yerçekimini tanımlamaya yaklaşan gözlemler yapmıştır. Bu bilginler, sadece teorik bilgi üretmekle kalmamış, bunu deneysel ve matematiksel yöntemlerle temellendirmiştir.
Öte yandan, mühendislik alanında Benû Musa Kardeşler ve El-Cezerî gibi isimler, otomasyon sistemleri, su makineleri, şifreli kilitler ve mekanik düzeneklerle çağın ötesine geçmişlerdir.
Bu dönemdeki bilgi üretimi, Avrupa Orta Çağ’ında görülmeyen bir entelektüel özgürlük, çok yönlülük ve disiplinler arası geçişkenlik içinde yürütülmüştür.
4. Endülüs: Batıdaki Ayna
İslam dünyasının doğudaki parlak merkezlerine karşılık gelen batıdaki büyük bilim merkezi Endülüs, özellikle Kurtuba, Sevilla ve Granada şehirlerinde çok yönlü bir bilimsel kültür inşa etmiştir.
Endülüs’te eğitim kurumları, büyük kütüphaneler, gözlemevleri ve hastanelerle donatılmıştır. Zehrâvî (Abulcasis), modern cerrahinin kurucularındandır. “Kitâbu’t-Tasrîf” adlı eseriyle cerrahi aletleri çizimli olarak tasarlamış, teknikleri sistematik şekilde açıklamıştır.
İbn Baytâr, farmakoloji ve botanikte 1400’den fazla bitki türünü tanımladığı eserinde tedavi yöntemlerini kaydetmiş, Avrupa’da asırlar boyunca kaynak kabul edilmiştir. İbn Rüşd, felsefe ve tıp alanında Batı skolastiğini etkilemiş; İbn Tufeyl ile birlikte akıl-vahiy dengesine dair modeller geliştirmiştir.
Elhamra Sarayı, yalnızca bir mimari harika değil, aynı zamanda İslam’ın geometri, astronomi ve sembolizmi mimariye nasıl yansıttığını gösteren ilmi bir yapıdır.
Endülüs’te elde edilen bu birikim, Toledo ve Sicilya üzerinden Batı’ya aktarılmış; Rönesans’ın doğrudan zemininioluşturmuştur. Ancak Batı, bu kaynakları uzun süre gizlemiş ve İslam’ın bu katkısını çoğu zaman anmamıştır.
5. Osmanlı’da Astronomi Kurumları ve Süreklilik
Osmanlı Devleti, İslam bilim mirasını yalnızca devralmakla kalmamış; onu hem kurumsal hem teknik açıdan ileriye taşımıştır. Özellikle astronomi alanında oluşturulan kurumlar, hem dini gerekçelere (namaz vakitleri, kıble tayini, takvim düzeni) hem de bilimsel meraklara hizmet edecek şekilde yapılandırılmıştır.
Müneccimbaşılık, astronomi ve astroloji bilgilerini içeren resmi bir devlet kurumuydu. Görevleri arasında yıldızların konumlarını tespit etmek, takvim hazırlamak ve saray işlerinde uygun zamanları belirlemek vardı. Bu görev, bilimsel bir ciddiyetle yürütülürdü ve müneccimbaşılar genellikle iyi eğitim almış medrese kökenli kişiler olurdu.
Muvakkithaneler, camilere bağlı olarak kurulan ve özellikle namaz vakitlerini doğru şekilde belirlemeyi hedefleyen küçük gözlemevleriydi. Buralarda rubu tahtası, usturlap ve sinüs kadranı gibi aletlerle ölçümler yapılır; takvim düzenlemesi ve zaman ölçümü gerçekleştirilirdi. Bu kurumlar, halkın doğrudan bilimsel faaliyetle temas kurduğu yerler hâline gelmiştir.
yüzyılda Takiyüddin er-Râsıd tarafından kurulan İstanbul Rasathanesi, Uluğ Bey’in Semerkand’daki rasathanesinin mirasını Osmanlı’ya taşımış; ancak bu rasathane şeyhülislamın verdiği fetva ile yıkılmıştır. Bu olay, Osmanlı’da bilimle dini otoriteler arasındaki gerilimin bir örneğidir.
Yine de muvakkithanelerin sürekliliği, Osmanlı toplumunda bilimsel zihniyetin gündelik hayata nüfuz ettiğini gösterir. Osmanlı’da bilim yalnızca sarayda değil; halk arasında da yaşamış ve yaşatılmıştır.
6. El-Cezerî ve Mühendisliğin Altın Çağı
Ebu’l-İzz el-Cezerî (1136–1206), Diyarbakır’daki Artuklu Sarayı’nda görev yapmış bir başmühendis, mucit ve bilim adamıdır. Eseri olan Kitabü’l-Hiyel, İslam dünyasında mühendislik ve otomasyon tarihinin en önemli yapıtıdır. Cezerî, sadece mekanik düzeneği değil, onu inşa etme sürecini, parçaların işlevlerini ve bakımını da ayrıntılı olarak açıklamıştır.
Kitabında yer alan 50’den fazla düzenek arasında su saatleri, şifreli kilit sistemleri, abdest alma makineleri, otomatlar ve robot benzeri figürler bulunur. Bu tasarımlar yalnızca teknik değil; aynı zamanda estetik açıdan da dikkat çekicidir. Cezerî, mühendisliği sanatla bütünleştirmiştir.
Mekanizmalarında hidrolik sistemler, geri besleme döngüleri, valf sistemleri gibi modern mühendisliğin temel unsurlarına yer vermesi, onun ne denli ileri görüşlü olduğunu gösterir. Cezerî, günümüzdeki sistem mühendisliği ve mekatronik anlayışının temellerini asırlar önce atmıştır.
Batı’da Da Vinci ile özdeşleştirilen birçok sistemin, Cezerî’nin eserlerinde çok daha önce yer aldığı bugün açıkça bilinmektedir. Ancak ne yazık ki Cezerî uzun yıllar boyunca kendi coğrafyasında tanıtılmamış; Batı dünyasında ise yalnızca teknik keşiflerin sahibi olarak gösterilmiştir.
Cezerî’nin eserleri, İslam’ın hem estetik hem de fonksiyonel bilim üretme kapasitesinin en çarpıcı göstergelerindendir.
7. Prof. Dr. Atilla Bir Röportajı: Bilim Tarihi Bir Kimlik Meselesidir
Prof. Dr. Atilla Bir, İslam bilim tarihini sadece akademik bir araştırma alanı olarak değil, aynı zamanda bir kimlik inşası meselesi olarak gören önemli bir bilim tarihçisidir. Ona göre modern mühendislik eğitimi ile bilim tarihinin bağının kopması, Müslüman toplumların kendini tanımayan, özgünlüğünü yitirmiş nesiller yetiştirmesine neden olmuştur.
Hendese dergisine verdiği röportajda, Atilla Bir özellikle Osmanlı’daki astronomi kültürünü, rubu tahtası gibi aletleri, muvakkithaneleri örnek göstererek, bu bilginin nasıl sistematik bir geleneğe dönüştüğünü açıklamaktadır. Ne var ki bu bilgi bugün çoğunlukla bilinmemektedir.
Bilim tarihini bilmeyen bir toplumun, kendi bilimini geliştirme iradesine sahip olamayacağını vurgulayan Atilla Bir, Cezerî, İbn Heysem, Harezmi gibi bilginlerin isimlerinin Batı üniversitelerinde kürsü adlarında yaşarken, İslam ülkelerinde neredeyse hiç anılmadığını eleştirir.
Bilim tarihinin eğitimin merkezine alınması gerektiğini söyleyen Atilla Bir’e göre, bu tarih yalnızca geçmişin övünç kaynağı değil; gelecek inşası için de bir rehberdir. Onun sözleriyle: “Eğer bir milletin bilim tarihini o millet anlatmazsa, başkaları onu kendi menfaatine göre yazar.”
8. Sonuç: İslam Bilimi ve Gelecek Ufku
İslam bilim tarihi, yalnızca geçmişin görkemli bir hatırası değil; aynı zamanda geleceğe dair bir medeniyet vizyonudur. Bu miras, salt nostaljik bir sahiplenmenin ötesinde, düşünsel, metodolojik ve ahlaki ilkeleriyle yeni bir ilim zihniyetinin temelini atabilecek güçtedir.
İslam’ın bilgiye verdiği değer, vahiy ile aklın birlikte kullanılması gerektiğini bildiren ilkeleri, bilginin insana hizmet etmesi gerektiği yönündeki ahlaki temelleri; bugünün pozitivist, parçalanmış ve araçsallaşmış bilim anlayışına karşı bütüncül bir alternatif sunmaktadır.
Bugün yapılması gereken; bu mirası sadece arşivlerde saklamak değil, bugüne taşımak, yeniden üretmek ve ilmi, insanın manevî yükselişiyle bütünleştirecek bir çizgide yeniden ihya etmektir. Cezerî nasıl geçmişi inceledikten sonra “kendi yolumu çizdim” dediyse; bugünün Müslüman mühendisi ve bilim insanı da aynı iddiayı taşımalıdır.
Son Söz: Bilimin Yeni Ufku – Fıtrata Dönüş
Modern bilim, büyük ölçüde seküler temeller üzerine inşa edilmiş; bilgi, güç üretmeye indirgenmiştir. Ancak bu yaklaşım, insanı ve tabiatı birer araç hâline getirmiş; çevre krizleri, ahlaki buhranlar ve teknolojik yabancılaşma gibi sorunları da beraberinde getirmiştir.
İslam’ın ilim anlayışı ise bilgiyi hakikat, hikmet, sorumluluk ve fıtrat merkezli olarak tanımlar. Evren, Allah’ın ayetleriyle dolu bir kitap; insan, bu kitabı okuyacak bir muhatap; ilim ise bu okumayı mümkün kılan bir rahmettir.
Yeni bir bilim anlayışına ihtiyaç vardır: yalnızca “yapabilirim” değil, “yapmalı mıyım?” sorusunu soran; yalnızca ispat eden değil, hikmetle yönlendiren bir ilim düzeni. Bu sistemin temelleri İslam’ın bilim geleneğinde fazlasıyla mevcuttur.
İslam bilim tarihi, 21. yüzyılın arayış içindeki insanlığı için hem ilham hem de kurtuluş reçetesidir. Bu ışığı yeniden yakmak, yalnızca geçmişe sadakat değil; geleceğe adanmışlık demektir.
Yorumlar
Yorum Gönder