Rad Suresi 2-5. Ayetlerin Meali ve Elmalılı Tefsiri : 2. Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş'a istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır. (Bunların) her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır. 3. Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır. 4. Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır. 5. (Resûlüm! Kâfirlerin seni yalanla
Rad Suresi 2-5 Ayetler Elmalılı Tefsiri:
اَللّٰهُ الَّذ۪ى Allah O'dur ki, رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ gökleri direksiz, dayaksız yüceltti. Ne yapmak ve yükseltmek için iskeleye, ne de manivelaya, ne de dayamak için direk dikmeye muhtaç olmadan sırf kudretiyle yaptı, yükseltti, kaldırdı ve orada tuttu, düşmesini önledi. تَرَوْنَهَا Onları görüyorsunuz. Yani üzerinizde olan gökleri görüp duruyorsunuz: O büyük gök cisimleri öylece direksiz olarak duruyorlar, orada dönüp durduklarını da siz görüyorsunuz.
İşte Allah, onlara böyle direksiz ve dayaksız olarak kendi yörüngelerinde ve o kadar yükseklerde hareket kabiliyeti verip, size de gösteren kadiri mutlaktır. Bu manada تَرَوْنَهَا daki zamir "direksiz göklere" racidir. Ve cümle bir yan cümleciktir. Bazı tefsir alimleri bunun عَمَد "amed"e (Amed, amudun veya imadın çoğuludur ve direkler anlamına gelir.) raci ve onun sıfatı olması ihtimalini de dikkate almışlardır ki, o zaman şöyle demek olur: Gökleri sizin görebileceğiniz hiçbir direk olmaksızın yükseltti. Bu manaya göre göklerin gözle görünmez birtakım direklerle dayanıp tutulmakta olduğu ihtimaline işaret olunmuş olur. Zira görünen direklerin bulunmaması, gözle görünmez birtakım direklerin bulunmasına engel değildir. Fakat görünmez direklerden ne anlaşılabilir? Eğer bundan Batlamyus Astronomisi'nde ele alındığı gibi, yıldızların dayandığı görünmeyen bazı cisimler kastolunuyorsa, o zaman asıl o cisimlerin nereye dayandığı sorusu sorulacak, bu da yine direksiz anlamına dönüşecektir. Ve eğer bundan itme ve çekme kuvvetleri, sırf akılla anlaşılabilecek bazı kuvvetler kastolunuyorsa, bunlara amed (direk) denilebilmesi sırf mecazi anlamda geçerli olabilecek, sonuçta bu da gerçekte önceki mana gibi "direksiz" demek olacak ve yalnızca kainatın dengesinde Allah Teala'nın melekutunu ve kudretini anlatmış olacaktır ki, o zaman وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَان "Gökleri yükseltti ve dengeledi…" (Rahman, 55/7-8 ayetlere bkz).
Bundan dolayı, asıl mana birinci manadır. Yani, تَرَوْنَهَا daki zamir "amede" raci olarak, cümle sıfat cümlesi değildir; zamir "semavat"a raci olarak bir yan cümleciktir. Onun için بِغَيْرِ عَمَدٍ üzerinde vakıf evladır. Burada bir cim secavendi vardır. Göklerin yükseltilmesi görün-mez direklerle değil, gerçekte ve gözlemde görüldüğü gibi direksiz olarak doğrudan doğruya Allah'ın kudretine dayalı bulunmaktadır ve kudretin sonsuzluğunu ispat etmektedir. Bilindiği gibi her cisim, bir hacim ve ağırlık ile boşlukta bir yer işgal eder. Bir zamanlar fizikçiler, yani cisimlerin hareketlerinden bahseden ve tabiat felsefesi adı verilen fen ile meşgul olanlar, cisimlerde biri tabii (doğal), biri de gayri tabii olmak üzere iki ayrı özellikte mekan (hayyiz) düşünürlerdi ki: "Her cismin bizatihi istediği tabii bir yeri (hayyizi) vardır ki, kendi haline bırakılan cisim, oraya gider, durur ve oradan bir başka yere hareketi, ancak gayri tabii olan, yani kendi dışından gelen bir kuvvetin etkisi ile ve ona bağımlı olarak mümkün olur. Ve bir cismin böyle gayri tabii bir hayyizde durabilmesi de ancak kendi dışında bir vasıtaya, bir kuvvete dayanması ile mümkün olabilir. Mesela ağırlığı fazla olan bir cismin tabii hayyizi aşağıda, hafif olan bir cismin tabii hayyizi de yukarıdadır. Onun için taş suyun dibine iner, hava da suyun üstüne çıkar. İşte bundan dolayı bir taşın havaya doğru hareketi kasri, yani zorlama ile ve güç kullanarak olur; onun havada durması da bir direğe, bir desteğe dayanmasına ihtiyaç gösterir".
İşte Batlamyus astronomisini izleyen gökbilimcileri de bu görüşten hareket ederek gök cisimlerinin çeşitli hareketlerinin birisi kendi tabii hareketi olsa bile, diğer hareketlerin kasri, yani bir dış etkenin zorlaması ile meydana geldiğini düşünmüşler. Bundan dolayı çeşitli hareketlerin her biri için ayrı ayrı birer felek tasavvur etmişler ve hareket eden gök cismini görünmeyen bir felek küresine dayamışlardı. Bu feleğin alemdeki ekseni üzere tabii harekete, etki ettiği gökcisminin tabii görünen hareketini meydana getirdiğini, onun bağlı bulunduğu daha üst bir feleğin, mesela hepsini kuşatmış bulunduğuna inanılan Atlas Feleği'nin ters yöndeki etkileri de o gökcisminin normal olmayan hareketini meydana getirdiğini kabul ediyorlardı. Böylece bu nazariyeye göre, bir tabii hareket fikri temel alınmış olmakla birlikte, tepemizdeki gök cisimlerinin yükseklikleri görülmeyen birtakım kürelere dayandırılmış oluyordu ve bu feleklerin kendi tabii hayyizlerinde dönüp durdukları ve bundan dolayı da direğe ihtiyaç duymayacakları savunuluyordu ve bu durumda hareketlerine de sebep kalmamış olacağından, harekete sebep olmak üzere de her birinde bir nefis (canlı kişilik) bulunduğu farz olunuyordu. Ve ancak yer kürenin, hepsinin ortasında bir ana merkez noktası olduğu, bunun da kendi tabii hayyizinde sabit bulunduğu kabul olunuyordu.
Ne gariptir ki, bu görüşe göre, sabit farzedilen yer küre, çeşitli unsurlardan meydana gelmiş bir "kevn ü fesat" alemi olduğu halde hareket halinde olan gök ve gök cisimleri, basit, bozulmaz, yıkılmaz ve yok olmaz sanılıyordu. Oysa bütün düşüncelerin temelini teşkil eden "tabii hayyiz" nazariyesi, çeşitli gök cisimleri ile uzayın bölümleri arasında başka başka birer çekim merkezi bulunduğunu kabul etmeyi gerekli kılıyordu. Bu ise aklın yapısına aykırı olan bir çelişki oluyordu. Çünkü içindeki gök cisimlerinden sarfı nazarla başlı başına bir varlığı bulunduğu kabul edilmeyen ve nihayet basit ve monoton ve her noktası birbirinin aynı olduğu düşünülen uzayın her noktası herhangi bir gök cismi için eşit değerde olması gerekmez miydi? Elbette mutlak mekanın, yaratılıştan filan tarafı filan cisme, filan tarafı da felanca cisme mahsustur, o cisim ancak o tarafa meyleder. Veya o taraf kendi özelliğine uygun düşen cismi kendine çeker demek, basiti bileşikle veya yoğu varla bir saymak gibi bir çelişki meydana getiriyor. Cisim kavramında yalnızca genişlik ve boy yeterli görülüp, hayyiz (yer) dahi soyut bir cismi içine alarak düşünülse yine böyle bir sonuç çıkardı. Velhasıl herhangi bir cismin mutlak hayyizden bir noktaya yerleştirilmesine ne o cismin, ne de hayyizin kendi özelliği kafi gelmez-di. Bu durumda buna bir tercih edici aramakta akıl açısından zaruret vardır.
Onun için hareket ve düşme olayını ne cismin, ne de o cismin bulunduğu yerin (hayyizin) özelliğinde ve yapısında değil, çeşitli cisimler arasında izafi olarak bir çekim ilişkisine bağlı mülahaza etmek ve bu izafiyeti, bu ilişkiyi elinde tutan bir büyük kudretin varlığını düşünmek akla daha uygun olacaktı. Bundan dolayı son devir fizikçileri, "hayyiz-i tabii ve "hareket-i tabiiyye" iddialarını reddederek bütün maddede ve cisimlerde ataleti (durgunluğu) dahi bir tabiat kanunu olarak kabul ettiler: Her cismin, kendine mahsus yerdeki konumu, hareketi ve durgunluğunun, kendi dışındaki bir etkenin basınç ve etkisine bağlı olduğuna kanaat getirdiler; cisimlerin ağırlıklarına göre aralarında bir karşılıklı çekim orantısı bulunduğunu ortaya koydular. Ve bunu mekanik bilimine temel kabul edip genellikle madde kütleleri arasında mesafeleri atlatarak etkili olan bir itme ve çekme kuvvetinin varlığını savundular. Gök cisimlerinin yalnızca bu kuvvet ile birbirlerine tutunduğuna hükmettiler. Astronomiyi de bu nazariye üzerine ele almaya başladılar ki, gökyüzü mekaniğinin bu şekilde açıklanması "Gökleri direksiz olarak yükseltti" ayetinin anlamına her iki mana açısından da uygun düşmektedir: Buna, hem gördüğünüz gibi direksiz, demek doğru olur; hem de bu ağırlıkları karşılıklı olarak dengeleyen direklerin hizmetini görmesi bakımından "görünmez direkler" demek doğru olur. Ancak bu konuda birkaç önemli noktayı dikkatten kaçırmamak da gereklidir:
Birincisi; çekim kuvveti, madde ile olan ilişkisi açısından maddi bir kuvvet gibi ele alınırsa da bağlı olduğu madde kütlesinin bulunduğu yerden çok uzak mesafelere kadar ilgili olması bakımından, haddi zatında kuvvetin maddeden soyutlanıp ayrıcalık kazanmasına pek güzel bir misal olacak makul bir olay demektir. Biz bunu ancak ağırlıklar arasındaki müvazene nisbetiyle ele alabiliriz. Nitekim Rahman Suresi'nde وَوَضَعَ الْم۪يزَانَ "ve mizan koydu" buyurulması bunu açıklar. Büyük bir ağırlığın küçük bir ağırlığı genel olarak çekimi demek olan bu mizana bağlı olmakla beraber, şunda da şüphe yoktur ki, mesela yerkürenin ayı çekim alanı içinde tutması, güneşin de yer küreyi çekip yörüngesinde tutması, bir direk üzerindeki lüks lambasının direğe dayanması gibi yalnızca maddi açıdan görülen bir kuvvet değildir. İki kütle arasında uzaktan uzağa aklen ele alınan bir denge orantısıdır ki, biz bunu bir kanuna bağlamadan tasavvur edemediğimiz için konuyu taraf durumunda olan kütlelere izafe ederek ele alırız. Yoksa bir çekim kuvveti tasavvuru gerçekte bir melek tasavvurundan bambaşka bir şey değildir.
İkincisi, atalet ve çekim kanunları ile ele alınan gök cisimlerinin mekanik ilişkiler içinde oluşu, her şeyden önce bize şunu anlatır ki; uzaydaki düzende gök cisimlerinden her birinin konumu ve hareketi kendi dışından gelen bir basınca ve etkiye bağlıdır. Hiç birinin hareket kaynağı kendisinde değildir. Yani tabii değildir. Hiç şüphe yok ki, her biri kendi dışından etkilenen zerrelerin ve kürelerin hepsi de böyledir. Bütünün hareketi de zaruri olarak hepsinin üstünde bir etkileyiciye bağlıdır. Binaenaleyh kainat makinasının yaratıcısı, yapıcısı ve harekete geçiricisi tabiat alemi denilen bu makinanın kendisinde değildir, onun üstündedir. Ve genel çekim kanunu denilen söz konusu denge kanunu da ancak o yaratıcının bir kudretidir. Göklere direksiz yükseklik veren O'dur.
Bunu daha açık olarak anlamak için:
Üçüncüsü, şüphe yok ki, güneş gibi bir madde kütlesinden bir çekme ve itme kuvveti şeklinde herhangi bir kuvvetin yayılması ve uzaktaki bir başka kütleye etki etmesi bir faaliyettir. Maddenin tabiatında mevcut olan "atalet" ise bunun tam zıddıdır. Demek ki, maddeye böyle bir faaliyetle etki gücü verilmesi, kendi özünden değil, kendi dışından verilen bir özelliktir. Ve işte ona bunu veren Allah'dır. اَللّٰهُ الَّذ۪ۤى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا "O Allah ki, gökleri direksiz yükseltmiştir. Siz de onları görüyorsunuz."
Dördüncüsü, ne kadar dikkat çekicidir ki, ayette göklerin direksiz yükseltildiği mekanik olgudan ilahi kudrete bir delil gösterildikten sonra, bir de تَرَوْنَهَا "görüyorsunuz, gördüğünüz gibi" buyurulmuştur. Gerek halkın sıradan temaşa ve gözlemlerinde, gerek fen ehlinin ve uzmanların rasathanelerden ve dev aletlerle yaptıkları gözlemlerin hepsini içine alan bu "rüyet" fiilinin, bu "görüyorsunuz veya görüp duruyorsunuz" cümlesinin burada belağatlı bir tembihi ifade ettiği açıkça ortadadır. Bununla uzayı gözleyip, araştırmak için vahiy gözet-meyerek rasat ve rüyetin esas alınması hususuna da ayrıca tembih olunmuştur. Kainatın mekanik özelliği karşılığında bir de ruh ve şuur olayları bulunduğuna dikkat çekilerek afak ile enfüs arasındaki ilişkiler hatırlatılmış ve binaenaleyh Hakk'ın varlığına şahitlik eden delillerin yalnızca mekanik ilişkilerdeki sırlarla değil, asıl bu ruhsal ilişkiler ile tecelli edeceği anlatılmış ve ثُمَّ اسْتَويٰ عَليٰ الْعَرْشِ "sonra arş üzerine hakim oldu" kavramına bir giriş olmak üzere, kudret-i ilahiyyenin afak (dışta) ve enfüsteki (içteki) etki alanı üzerinde düşündürmek için bir hazırlık yapılmıştır.
Beşincisi, burada gökleri gözlemlememiz konusuyla ilgili olarak bazı açıklamalarda bulunmamız gerekirse de, ilerdeki surelerde daha buna benzer birçok ayetler geleceği için, burada sözü daha fazla uzatmamak için inşallah o bilgileri de oralarda sunmaya çalışacağız. Şimdilik şu kadar söyleyelim ki, gözlem açısından kainatın merkezi daima kendimiz, kendi nefsimizdir. Üzerimizde görüşümüzü çepçevre kuşatan bir gökyüzü vardır. Bunun her noktasından baktığımızda gözlerimize birer yarım küre şeklinde görülür de mekanik merkez neresi olursa olsun gözlem merkezi kendimiz oluruz. Kubbe şeklinde gördüğümüz gökyüzü de "dünya seması"nı oluşturur. Göklerin mekanik çekim ilişkileri ne kadar akılları hayrete düşürecek boyutlarda ise, "optique" denilen ışık ve ışın dalgaları arasındaki ilişkiler de o kadar, belki daha ziyade hayret verecek bir hadisedir.
Velhasıl Allah bunları öyle direksiz yükseltti ve gördüğünüz şekli verdi. ثُمَّ اسْتَويٰ عَليٰ الْعَرْشِ Sonra da arş üzerine istiva eyledi, taht üzerine kuruldu, yarattıktan sonra da hepsinin üzerine hükümran oldu, onları hakimiyeti altına aldı ve onlar üzerine hükmünü icraya başladı. (Araf Suresi ayet 54 ve Yunus Suresi ayet 3'e bkz). وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ Güneşi ve ayı teshir etti, kuvvet ve kudreti altına aldı ve emrine müsahhar kıldı, emrine boyun eğdirdi. Diğer ayetlerde وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِه۪ "Yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir" (Araf, 7/54 ve Nahl, 16/12) buyurulduğu için bütün yıldızlar, yani bütün gökcisimleri de O'nun emrine inkiyad etmiş, boyun eğmiş haldedirler. Binaenaleyh burada güneşle aydan söz edilmesi, tahsis için değil, yeryüzünden bakanlar için görünüşte ilk göze çarpan önemli iki gök cismi olmalarından dolayıdır. En çok göze batan ve en büyük gibi görünen bu ikisini emri altına alınca öbürlerinin de ilahi emre boyun eğmiş oldukları kendiliğinden anlaşılır. Nitekim hepsini içine alacak şekilde buyuruluyor ki, كُلٌّ her biri, yani o göklerin her bir bölümü, gerek güneşle ay, gerek yıldızlardan her biri ve sonuç olarak hepsi يَجْر۪ى لِاَجَلٍ مُسَمّيً belli bir ecel için akıp gitmektedir. Allah katında belli olan bir süre için akıp gidiyor.
Gökyüzündeki cisimlerden hiçbiri kendi görevinden ve ilahi emrin gereği olan hareketten bir saniye bile boş durmuyor. Hepsi kendine mahsus bir program ve düzen içinde kendi yörüngesinde yüzüyor ve akıyor. Yolunu şaşırmadan belli bir hedefe doğru zaman içinde yol alıp gidiyor ve birbirine çarpmadan hareket ediyor. Fakat bu zaman sonsuza dek değildir, belli bir süreye kadardır. Her birinin belli bir eceli vardır ki, o ecel gelince o hareket duracaktır. Zaman gelecek ki, "güneş (bir sis bulutu gibi) tekvir olunacak (dürülüp söndürülecek)" اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ (Tekvir, 81/1), "Yıldızlar bulanacak, kararıp solacak". وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْ (Tekvir, 81/2) "Gök parça parça yarılacak" اِذَا السَّمَاۤءُ انْشَقَّتْ (İnşikak, 83/ 1) ve "Bir kağıt tomarı gibi dürülecek" يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَىّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ " O gün biz gök yüzünü bir kağıt tomarı gibi düreceğiz." (Enbiya 21/104), "ay ve güneş bir araya getirilip toplanacak" وَجُمِعَ الشَّمْسُ وَالْقَمَرُ (Kıyamet 75/9). İşte gökcisimlerinden her biri böyle birer belli ecele doğru akıp gitmektedir. Allah bunları işte böyle emrine boyun eğdirmiş ve arş üzerine kurulmuştur. Hepsinin üzerinde mutlak hükümran olarak يُدَبِّرُ اْلاَمْرَ emri tedbir ediyor, işi bizzat kendisi yönetiyor. Yaratmış olduğu varlıkların her biriyle ilgili fonksiyonu ve görevi bizzat kendisi tayin ediyor ve hepsinin bir bütün olarak ahenk ve uyum içinde hareket etmesini sağlıyor. Varlıkların meydana çıkmasına, onların zuhura gelmesine karar verdiği gibi, onların görevleri ve ömürleri üzerinde de kendisi hükümran oluyor, وَيُفَصِّلُ اْلاٰيَاتِ Ve ayetleri ayrıntılı olarak açıklıyor. Sonsuz kudretine ve yüce hikmetine şahitlik eden delilleri, alametleri, işaretleri, kainatı ilk yarattığı şeklinde olduğu gibi toplu halde ve tek düze oluşlar ve basit atomlar halinde bırakmıyor, onları çeşitli bileşikler ve değişik maddeler halinde çok çeşitli ve farklı özelliklere sahip varlıklar ve canlılar haline getiriyor. Tıpkı Elif-Lam-Ra gibi tek tek harflerden manalı kelimeler, onlardan da hikmetli cümleler, ibretli ayetler ve muhkem kitaplar meydana getirdiği gibi ilk yaratılışta hece harfleri durumunda olan atomlardan, moleküller, onlardan da çeşitli özellikte değişik maddeler ve zengin bir kainat yaratıyor. Allah kitabını ayet ayet indirdiği gibi, çeşitli hadiseleri, değişik tabiat olaylarını ve sosyal gelişmeleri de bir düzen içinde aşama aşama meydana getiriyor, onları nevilendirip çoğaltıyor لَعَلَّكُمْ بِلِقَاۤءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ ki, siz Rabbinizin huzurundaki kavuşmaya yakin hasıl edesiniz, şüpheden uzak olarak inanasınız. Yakinen bilesiniz ki, bir gün olup o yıldızlar gibi, sizin de eceliniz gelecek, bu günkü hareketiniz sona erecek, yaptıklarınızın cezasını çekmek üzere, ister istemez Rabbinizin huzuruna varacaksınız.
Allah'ın, kendi ayetlerini tafsil edişine ve tabiatler üzerindeki tasarrufuna bir örnek olmak üzere yeryüzünde en belirgin olan şu ayetlere bakınız.
وَهُوَ Ve O, yani Allah اَلَّذ۪ى O'dur ki, مَدَّ اْلاَرْضَ yeri meddetti, kudretiyle çekti, uzattı, ona kendine mahsus bir uzaklık verdi. اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا "Göklerle yer bitişik idiler de biz onları birbirinden ayırdık" (Enbiya, 21/30) ayeti uyarınca göklerden yeri ayırıp onu onların içinden çekip alması, özellikle ona bir en ve boy ihsan ederek onu enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim ve yüzey verip onu genişletmesi, bilhasa yeryüzünde yaşayanlar açısından son derece büyük bir nimettir. İşte Allah, yeryüzünü bir ucundan bir ucu görünmeyecek şekilde genişletti, yaydı ve döşedi. Yerin meddi, çekilip uzatılması kavramı, hem göklerden çekilip ayrı bir özelliğe kavuşturulmasını, hem de yerin yapısındaki esnekliği ve çekilip genişlemeye müsait olan özelliğini ifade eder. Ve bir yüzeyin basit ve pürüssüz, yani yumurta gibi girintisiz çıkıntısız olması, onun yuvarlak ve kürevi olmasına engel değildir. Buradaki "çekip uzattı" ifadesinden onun dümdüz ve düzlem şeklinde bir yüzey olması gerektiği anlamı çıkarılmayacağı da unutulmamalıdır.
Her madde değilse bile her cisim kendine mahus bir uzamaya sahiptir ki, cisim oluşu o genleşme ile anlaşılır. Nitekim cisimlerin ölçülmesi ilmi demek olan hendese (geometri) ilminde her cisim üç boyut içinde ele alınır. Basit cisimler ya da tabii (doğal) cisimler adı verilen maddi cisimler de onun belli bir boyutu bulunması ile ancak varlık kazanabilir. Mesela ışık dalga boyu ile benzerlerinden ayırt edilir. Ve o maddeye o boyutu veren kim ise onu meddeden ve yaratan O'dur. Yeryüzü de insanların boyut ve uzaklık kavramını elde etmelerinde, bunu hissedip tanımalarında önemli rol oynayan maddi bir cisimdir ki, kendine mahsus bir uzama ile temayüz etmiş bulunmaktadır. İşte yer küreye bu uzama miktarını tayin ve tahsis eden ve onu güneş sistemi içinde güneşe ve öbür gezegenlere belli uzaklıkta bir yere yerleştiren ve bu sayede ona öbürlerinden farklı birtakım özellikler kazandıran Allah'dır. Zira akılla ve tecrübeyle bilinmektedir ki, yer kürenin maddesi çeşitli şekil ve uzaklığı almaya müsait iken, ona bulunduğu bu şekli ve bu mesafeyi ihsan eden olsa olsa Allah'dır. Genel olarak madde mutlaka bir boyut kazanmaya mecbur olsa bile içinde bulunduğu bu şekli alması ve bu mesafeye yerleştirilmesi için buna kendi gücü, yani, maddenin tabiatındaki özellikler yetmez.
Çünkü yok, kendini var edemez. Yeryüzünün hiçbir sebep ve müsebbip yokken kendi kendini var etmesi ve en mükemmel bir konumu elde etmesi mümkün olmadığı gibi, diğer gök cisimlerinin de böyle bir madde üretip ona bu özellikleri kazandırmaya gücü yetmez. Çünkü herhangi bir tabiatın kendini nakzetmesi çelişki olur. Ve onun içindir ki, tevellüd bizatihi batıldır. Gökyüzü genel dengede kendisine bağlı olan yeryüzünü tabiatiyle kendisinden ayırıp fırlatamaz. Yeryüzünün teşekkülü için ne kadar çok ve çeşitli sebep düşünülürse düşünülsün, yer kürenin belli bir ölçü ile öbürlerinden ayrılıp çekilmesi, her şeyden önce tabiatın kanunu olan tekdüzeliği ve konumunu korumayı altüst eden bir olaydır. Bu da bu değişikliği meydana getiren bir faili muhtarın yaratıcı kudretine bağlıdır. Ayrıca ayetteki ifadenin siyakına göre, yerkürenin durumu ayrılış konumunda zikrolunmuş-tur. Demek ki, yerkürenin yaratılışı bu ayrışma aşamasında meydana gelmiştir. Yani yer kürenin ana maddesi, ilk yaratılış olayında topluca yaratılmış olan o ilk maddeden veya ilkel cisimlerden veyahut gök cisimlerinin yapısından ayrılıp ayrıcalık kazandırılarak meddedilmiş (uzatılmış)tir. Bundan dolayı kainata yepyeni ve değişik bir cisim olarak ilave edilmiş olan yerküre, üzerinde yaşayanlara göre bir başlangıç olmakla beraber, kendisinden önce yaratılmış olan gökcisimlerine göre bir ayrıntı durumundadır. Fakat iş yalnızca tabiata bağlı kalsa idi, tali derecede ve bir uzantı durumunda bulunan yerküre kendisinden önce yaratılmış olan o öncekilerden farklılaşarak yeni bir yaratılış özelliğine sahip olarak teşekkül edemezdi.
Mesela Laplas nazariyesinde söylenildiği gibi, yerkürenin güneşten koptuğunu düşünelim: Gerek ilk maddeye verilen çekme ve itme kuvveti açısından, gerek güneşin merkezkaç kuvveti açısından, gerekse bütün gök cisimlerinin karşılıklı çekme ve itme kuvvetleri açısından ele alınsın, zaman ve mekanda belli bir ölçüde yerkürenin kendine mahsus özelliklerle teşekkülünü gerektirmek (determine) için bunların, o an için elbirliği edip yerküreyi meydana getirebilmeleri konusunda tabiatüstü bir kudretin özel bir emrinin bulunması zarureti vardır. Yoksa ilk yaratılıştan beri sürüp gelen şartların hiç değişmemesi gerekirdi. Buna tekamül, gelişme veya değişme adı vermekle mesele çözülmüş olmaz. Zira gelişme veya değişme dahi durup dururken kendiliğinden meydana gelmez, o değişikliği gerekli kılacak bir sebep bulunması gerekir. Herhangi bir şeyin bir andan bir ana veya milyarlarca seneden sonra uğradığı değişme ve gelişmeyi tabiata mal etmek, "tabiat kendi kendini değiştirdi" demektir. Bu da tabiat farzedilen şeyin tabiat olmadığını itiraf etmektir. Çünkü tabiat, tabiat olması bakımından ancak değişmezlik özelliğiyle tasavvur olunabilir. Ve bundan dolayıdır ki, "tabiatın kanunları değişmez" denilir. Oysa tabiatte değişme ve gelişme, çoğalma ve nevilere ayrılma hep birer oldu bitti ile meydana gelir. O halde ilk yaratılış olayında olduğu gibi, tabiatta meydana gelen değişme ve gelişmelerin her aşamasında o değişmeyi gerektiren sebep, tabiatın kendisi değil, tabiat üzerinde etkili olan ilahi bir etki ve iradedir ki, tabiatleri hem icad ediyor, hem de ayrıştırıyor. Böylece daha önce ortada olmayan tabiatler, onun sayesinde var oluyor. Kendi halinde kalsa, ataletten ve yeknesaklıktan kopamayacak olan o tabiatler, değişme ve gelişme kanununa bağlı olarak değişiyor ve tekamül ederek başkalaşıyor, başka bir tabiat da olabiliyor (Bundan anlaşılır ki, "Tabiat değişmez" demek, hiçbir şekilde değişme kabul etmez demek olmayıp, kendi kendine değişmez demektir. Bu da atalet (iners), bir başka deyişle tekdüzelik (üniformite) kanununun ifadesidir. Demek ki, tabiat kendiliğinden hiçbir şey yapamaz. Hiçbir olaya sebep ve illet olamaz, hep etkilenen durumundadır. (Müellif)).
Göklerde sayısız özelliklerle birbirinden ayrılan ve direksiz olarak yörüngelerinde akıp giden o gökcisimleri karşılığında bir kısım madde de bir özel çekim ile meddolunmuş, yerküre olarak başka yörünge ve başka bir akım alanı kazanmış bulunuyor. Allah'ın emri ve ayrıştırması olmasaydı, ilahi irade böyle olmasını istememiş olsaydı, yerkürenin maddesi atalet kanununun dışına nasıl çıkabilirdi? Güneşin merkezkaç kuvvetinin karşıtı olan çekim kuvvetine karşı sırf kendi gücü ile nasıl üstün çıkabilirdi. Veya çevredeki hangi kuvvet önceki mevcut dengeyi bozar da yerin maddesini güneşten koparıp da fırlatır atardı ve böylece yeni bir dengenin meydana gelmesini sağlardı? Ya da bilgisi ve iradesi bulunmayan hangi kimyager, o kaynayan güneş potasından bir parça alır, diğer bir kalıba döker, soğutur da canlılara beşik vazifesi görecek olan yer kabuğunu imal edebilirdi? Güneşte veya diğer bir gökcisminde yerin hammaddesi bu kadardan mı ibarettir. Daha fazla veya daha az olmayıp şimdiki özel ölçüsü kadarını ayıran ve onu saflaştıran yetkili kim veya ne idi?
Ayrıca çeken ve iten kuvvete göre, yerküreyi doğuya doğru dönmesi ile batıya doğru dönmesi arasında hiç fark olmaması gerekirken, onu doğuya doğru döndüren ve böyle dönmesini tercih eden sebep veya amil ne idi?
Tabiatın her değişikliği bir değiştiriciye bağlı olduğu için, her olayın meydana gelişi, Allah'ın varlığına bir delil teşkil ederse de ilahi iradenin arş üzerine istivası söz konusu olduğunda, yani tabiatı bir tekdüzelik ve değişmezlik şekline soktuktan sonra, benzer şart ve sebeplerde benzer olayların meydana gelmesi, sonradan olanın, öncekinin tabiatını ve izlerini taşıması şeklinde tabiat olayları, sebep sonuç ilkişkisine bağlı ve zincirleme oluşlar olarak akıp gitmektedir. Bu akış, içinde kesintisiz gizli sebepler bulunduğu ihtimalini düşündürür. Fakat tekdüze ve alışılmış olmayan harikulade olayların tabiate nisbet edilmesi söz konusu olmadığından ender görülen olağanüstü bir olayın doğrudan doğruya bir ilahi ayet, bir mucize olduğu açıkça belli olur. Bundan dolayıdır ki, insanların çoğu Allah'ı ancak böyle olağanüstü olaylar karşısında hatırlar.
Bu hikmete dayalı olarak burada da avam veya havas herkesin, normal, alışılmış ve tekdüzelik anlamı ifade eden tabiat kanununa aykırı olduğunda açıktan açığa görüp anlayabileceği benzersiz bir yaratılış olayı misal gösterilmiştir ki, bu da yerkürenin meddidir. Zira yerküreyi yayıp döşeyen sanat gerçekten başlı başına ve benzersiz bir sanat olayıdır. Ve işte Allah bunu yapandır. O Allah ki, yeri yaydı, döşedi. Ayrıca وَجَعَلَ ف۪يهَا رَوَاسِىَ Ve onda sabit ve ağır dağlar وَاَنْهَارًا ve ırmaklar da yaptı. Yani yeryüzüne değişik özellikler kazandırdı. Onda farklı yeryüzü şekilleri yarattı. Dağlar ve nehirler birbirine zıt özellikte iki tabiat olayıdır. Böylece yerkürenin yüzeyi, denizlerde olduğu gibi, ilk yaratılış şeklindeki sadeliğini korumadı: Dağlar ve dereler, vadiler ve ovalar, irili ufaklı tepeleriyle inişli yokuşlu, girintili çıkıntılı, kıraç, münbit, katı ve yumuşak yapısıyla değişik şekiller kazandı. Halbuki yerküre ilk yaratılış şekliyle kendi haline bırakılsa idi, ilk meddindeki gibi, tekdüzelik yapısını koruyacak idi ve öyle olması gerekirdi. Nitekim bütün gökcisimleri milyarlarca senedir o ilk şekillerini korumaktadırlar. Bunlar arasında yerküre hayat olayına elverişli olan biricik ve müstesna yerini korumaktadır. Nehirler ve dağlar işte bu iki zıt karakter bir tek tabiatten nasıl doğabilirdi? Doğdu, çünkü Allah bunları ayırdı وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ ف۪يهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ meyvelerin hepsinden onda (yeryüzünde) iki çift eş de yaptı.
Zevceyn: Yani iki zevc, erkek ve dişi gibi iki ayrı cinsten meydana gelmiş çift demektir. Bunun bir de ayrıca "isneyn" diye "iki" sayısıyla sıfatlanması tekid veya ikişer ikişer anlamına tevzi için olduğu söyleniyorsa da bunun bir bölünme olması daha açıktır. Şöyle ki:
Her meyvenin çiçeğinde hayvanların erkek ve dişisi durumunda bir çift eş vardır ki, o meyve işte bunların çiftleşmesinden ve döllenmesinden meydana gelir. Nitekim وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ "Bir de ilkah edici rüzgarlar gönderdik" (Hıcr, 15/22) buyurulmuştur. Sonra bu zevceyn de ayrıca iki kısımdır: Bir kısmı erkeği başka kaynakta, dişisi başka kaynakta olmak üzere ayrı ayrı iki ağaçta bulunur. Mesela incirin erkeği başka ağaçta, dişisi başka ağaçta olur. Bir kısmı da hem erkeği, hem dişisi aynı çiçekte bulunur. Çiçek erkekli ve dişili bir hünsa şeklinde açar ve döllenmeyi kendi bünyesi içinde yapar, çoğunlukla çiçekler böyledir.
İşte zevceyn tabiri ile her meyvede çiftleşen genel olarak erkekli dişili çiçekler kastedilmiş, isneyn tabiri ile de bunların iki çeşit olduğu ifade buyurulmuştur. Hurma ve incir gibi bazı meyvelerin erkeği, dişisi bulunduğu ve meyve hasıl olması için bunların telkihi, yani döllenmesi gerektiği ötedenberi bilinen bir olay, olduğu halde öteki çiçeklerin de erkekli ve dişili olarak bu döllenmeyi kendi bünyesi içinde yaptığı gerçeği yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Son zamanlarda mikroskopların icadı ile bitkilerin fizyolojisi tetkik edildikten sonra ortaya çıkan ve anlaşılan bir meseledir. Onun için eski devirlerdeki tefsir alimlerinin bu ayetle ilgili olarak ortaya koydukları görüş ve açıklamalar ibham (müphemlik)dan uzak değildir: Bunu iki sınıf veya iki zıt anlama irca ederek has ve amm gibi tefsire çalışmışlar; incir ve hurma gibi, öteki bütün meyvelerde de baba ve ana durumunda bir erkek ve dişi bulunduğunu genellikle hesaba katamamışlar. Bununla beraber Keşşaf ve Fahruddin Razi'nin ifadelerinde bu anlama yakın bir incelik vardır.( ez-Zemahşeri, a.g.e., II, 349; Fahru'r-Razi, a.g.e., XIX, 6.) Özellikle Razi, bunu insanın yaratılış olayındaki Adem ile Havva'nın durumuna benzeterek bütün ağaçlara ve bitkilere şamil olacak şekilde genelleştirmiştir ki, bu doğrudan doğruya ayetin kendi anlamından çıkarılan bir sonuçtur. Şu halde biz bugünkü nebatat (botanik) ilminin şahitliği ile anlıyoruz ki, bu ayetin bu cümlesinde başlıbaşına bir ilmi mucize vardır. Bu gerçeğin bin bu kadar sene önce Kur'an'da haber verilmiş olması, Kur'an'ın Allah kitabı, bunu getirenin de hak peygamber olduğuna doğrudan ve apaçık bir delil teşkil eder. تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذ۪ۤى اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ "İşte bunlar sana kitabın ayetleridir ve sana Rabbinden indirilen haktır…" (Ra'd 13/1).
Şimdi düşünmeli ki, yeryüzünde ne kadar farklı ve çeşitli meyveler vardır. Hepsi aynı gökkubbe altında ve aynı yerde oldukları halde her türü başka bir yaratılışta olan ve birbirine zıt birtakım özellikleri bulunan bu meyvelerin tamamının ortaya koymuş olduğu bu farklılık ve çeşitlilik, elbette yalnızca toprağın tabiatına bağlanamaz. Bununla beraber bu meyvelerden her biri kendi türüne ve kendi tohumunun tabiatına bağlanamayacaktır. Zira her meyve, her şeyden önce iki ayrı yaratılışta olan erkekli ve dişili bir döllenmeye muhtaçtır. Bu birleşme meydana geldikten ve ilkah (döllenme) sağlandıktan sonraki aşamalar tekdüze bir tabiat kanunu gibi ele alınsa bile yine de görülecektir ki, her meyvenin ilk iki eşi ile toprağın tabiatı arasında hiçbir ilişki yoktur. Yerkürenin diğer gökcisimleri arasından çekilip alınması (meddolunması) zamanındaki durumu şöyle dursun, dağlar ve nehirler yaratıldıktan sonra bile toprağın katı tabiatı, bu çeşitli meyvelerin özel hayatlarından ne kadar uzaktır. Yerin maddesi ilk aldığı tabiatından kendi kendine veya herhangi bir tabiatın icabı olarak bu kadar çeşitli değişimleri göstererek, bu varyeteleri yapacak, bu meyveleri verecek derecede ayrışımlar gösterebilir mi? Şu haliyle bütün meyvelere bu değişik tatları toprak veriyor demek çelişki olmaz mı?
Doğrusu tabiat açısından düşünüldüğü zaman, Pastör'ün de dediği gibi, her canlının ancak kendi tohumundan üremiş olması gerekir. Yeryüzünde ilk erkekli dişili hücre tohumunun meydana gelmesi ve bunların çeşitli özellikler ve farklılaşmalar kazanması meselesi ise tabiatüstü bir sanat harikasıdır. Tabiatın ıstıfa (seleksiyon) ve tekamülü, bir gerçek ise de bir tabiat eseri değildir. Ancak ve ancak fail-i muhtar olan yüce bir yaratıcının irade ve sanatının eseridir. Herhangi bir şeyde tabii, yani kendi kendine bir ıstıfa veya tekamül bulunduğunu farzetmek, yok olanın var olana illet ve sebep olduğunu farzetmektir ki, katıksız bir çelişkidir. İşte Allah, o hikmetli yaratıcıdır ki, yeri meddetmiş ve onun üzerinde dağları, nehirleri ve bütün meyvelerin temeli olan çiftleri, tabiat üstü bir yaratışla ikişer ikişer yaratmış, böylece kudretine delil olacak ayetleri ayrıntılarıyla ortaya koymuş ve koymaktadır. Öyle ki, şimdi bile hiçbir şeyi kendi tabiatına bırakmıyor. يُغْش۪ى الَّيْلَ النَّهَارَ Geceyi gündüze bürüyüp duruyor. (Araf, Suresi, 7/54 ayetine bakınız). اِنَّ ف۪ى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ Hiç şüphe yok ki düşünecek olan bir kavim için bunda, (bu meddetme, döllenme ve bürüme olaylarının her birinde) birçok ayetler vardır. Düşünen kişi ve toplumlar bunlarda Allah Teala'nın eşsiz kudretine ve tabiat üzerindeki hakimiyetine ve binaenaleyh mebde ve meada dair çok, pek çok deliller bulabilirler. Lakin insanların çoğu bu gibi konular üzerinde düşünmezler, böyle şeylere kafa yormazlar. Bununla beraber o kadar uzağa gitmeye ve ince düşünmeye de lüzum yoktur.
وَف۪ى اْلاَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ Yeryüzünde birbirine komşu olan kıtalar da vardır, birbirine yakın veya bitişik oldukları halde durumları ve özellikleri birbirine benzemez. İklimleri ve yeryüzü şekilleri farklı farklıdır. Şurası çorak, burası münbit ve verimli; şurası düz, orası engebeli… Tabiat kendi üzerinde hükümran olsa bütün bunlar olabilir mi? وَجَنَّاتٌ مِنْ اَعْنَابٍ Ve türlü türlü üzüm bahçeleri وَزَرْعٌ ve ekinler وَنَخِيل ve hurmalıklar vardır ki, صِنْوَانٌ وَغَيْرٌ صِنْوَانٍ çatallı ve çatalsız يُسْقيٰ بِمَاۤءٍ وَاحِدٍ bunların hepsi bir tek sudan sulanır. Yani tabiat şartları ve sebepleri hepsinde eşittir. Böyle iken وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَليٰ بَعْضٍ فِى اْلاُكُلِ Biz onların yemişlerinde bazısını diğerine üstün kılarız. Üzüm üzüme, hurma hurmaya benzemez. Bir ağaçta, aynı dalda yanyana biten iki yemişin biri öbüründen daha lezzetli olur. Demek ki, tabiat ilahi kudretin etkisi ile şimdi de değişip durmaktadır. Ve bu herkesin yakından görüp anlayabileceği bir delildir. اِنَّ ف۪ى ذٰلِكَ Hiç şüphesiz bunda, yani yaratılışın tek kaynaktan doğmuş ve tek tabiat maddesi olmuş olmakla birlikte, bugünkü ayrıntılı hale gelmiş ve çeşitlilik kazanmış olmasında لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ aklı olan bir kavim için elbette birçok ayetler vardır. Aklı olan ve aklını iyi kullanan, aklın gereklerini yerine getiren kişiler veya toplumlar herhalde aslı tek
tip, tekdüze olan bu tabiat üzerinde bu kadar yenilikleri ve değişiklikleri yapıp duran yaratıcı kudretin ilk baştan olduğu gibi, yeni baştan yaratmaya da kadir olduğunu anlar ve Allah huzurunda toplanmanın bir gerçek olduğuna yakin hasıl ederler. (En'am Suresi'nde اِنَّ اللّٰهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّويٰ "Şüphesiz ki Allah, taneleri ve çekirdekleri yarandır." ayet 95 ve devamı olan ayetlere bakınız. İşte bunları anlamayanların ya akılları yoktur, ya da akıllarını kullanmayıp kendi heva ve hevesleri peşinde koşarlar (Filozoflar, kainat olaylarından Allah'ın varlığına delil getirmeye "nizam-ı alem" delili demişler ve bazı sakat ve noksan uzuvlu ceninler gibi, arızalı tabiat adını verdikleri canlıları ileri sürerek kainat düzeninde tam bir mükemmellik olmadığ ını, bundan dolayı da tabiat ve kainat düzeninin, yaratıcının mükemmelliğine delil olmayacağı iddiasıyla buna itiraz etmişlerdir. Hatta bazıları bu gibi aksaklıkları bahane ederek kainatın yaratıcısının kör ve bilgisiz bir tabiat olmasına kadar ileri gitmek istemişlerdir. Fakat Kur'an'a dikkat edilirse görülür ki, onun ayetleri böyle yanlış itirazlara meydan bırakmayacak delil getirme öğretmektedir. Zira Kur'an anlatıyor ki, delalet yönü, yalnızca bilimselliğe dayalı ilke ve kurallar değildir. Aklı olanlar için bilgi meselesi yalnızca bir yaprağın dokusunda bile ayan beyandır. İstidlalde en önemli nokta, oluşumun yönünü, yöntemini değiştiren, tekdüzelik fikrini temelden yıkan değişikliklerdir ki, doğrudan doğruya iradeyi isbat eder, o irade de bilgiyi gerekli kılar. "Galetat-ı tabiat" denilen noksan yaratılışlı şeyler de aslında tabiat fikrinin aleyhine olarak, yaratıcının fail-i muhtar olduğunu isbat eyler. Yoksa tabiat kendiliğinden nasıl değişebilirdi? Eğer alem kusursuz ve en mükemmel şekilde olsa idi, bu yönüyle yaratıcıya eşit ve eşdeğer olurdu ve asıl o zaman yaratıcının varlığına ve yüceliğine delil bulunamazdı. Çünkü ezelden beri değişmez özelliğe sahip olmuş olurdu. (Müellif)).
وَاِنْ تَعْجَبْ Ve ey okuyucu, ey muhatap, şayet sen taaccüp edersen, bir şeye şaşıp kalacak olursan فَعَجَبٌ işte asıl şaşılacak şey, asıl acaip bulunacak şey قَوْلُهُمْ onların, (yani o inkarcıların) şu sözleridir: ءَاِذَا كُنَّا تُرَاباً ءَاِنَّا لَف۪ى خَلْقٍ جَد۪يدٍ Biz çürüyüp toprak haline geldiğimiz vakitte mi gerçekten yeni bir yaratılış içinde bulunacağız? Yani bunca ayetler karşısında onların işte böyle diyerek ahireti inkar etmeleri, asıl şaşılacak şeydir. Yeniden yaratılış şaşılacak acaip bir şey değildir, asıl şaşılacak olan şey, onu inkar etmektir. Alemdeki bu kadar değişme ve yenilenmeyi ve bu değişikliklerdeki akışı görüp dururken Allah'ın kudretinden yeni bir yaratmayı, diriltmeyi ve meadı akıl dışıymış, olamazmış, gibi görmek cidden çok tuhaf bir düşünce tarzıdır. İşte bunun kadar tuhaf ve anlamsız bir şey yoktur. اُولٰئِكَ الَّذ۪ينَ İşte bunlar öyle kimselerdir ki, كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ Rablerini inkar etmiş ve kafir olmuş kimselerdir. Yani ahireti inkar etmek Allah'a küfretmektir. Çünkü Allah'ın kudretini, ilmini, rablığını ve vahyinin doğruluğunu inkar etmenin sonucudur. Bunlar bu dünyada kendilerine hayat ve irade veren Allah Teala'yı ne yaptığını bilmeyen veya yaptığını zorunlu olarak yapan bir tabiatten ibaret sanarak, O'nun rablığına karşı inkarda bulunup nankörlük yaptıkları için öyle derler وَاُولٰۤئِكَ ve onlar, o kafirler اَلْاَغْلاَلُ ف۪ۤى اَعْنَاقِهِمْ öyle bedbaht kimselerdir ki, tomruklar boyunlarındadır. İsyankarlık ve günah tomrukları şimdiden boyunlarına geçmiş sürüklenip durmaktadırlar. Veya kıyamet gününde öyle boyunlarında tomruklar olarak sürükleneceklerdir. وَاُولٰۤئِكَ Ve yine onlar, o gidişte, o durumda olanlar اَصْحَابُ النَّارِ ateş sahibidirler, cehennem ateşine layık ve ondan ayrılmayacak sürekli olarak ateşle arkadaş olacak olan kimselerdirler هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ hep onda, (o cehennem ateşinde) ebedi olarak kalacaklardır.
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ Bir de sana iyilikten önce kötülüğü isti'cal ederler, kötülüğü öne alırlar. İyiliği, güzelliği bir yana bırakırlar da kötülüğe ve azaba ivedilik isterler. Yani, ey hak peygamber! Sen müjdeci ve uyarıcı olduğundan dolayı, birçok güzel şeyler müjdeler ve fenalıklardan sakındırmaya çalışırsın, fenalıkların sonucu hakkında uyarırsın. Onlarsa iman ile amel, afiyet, hidayet, nusret, sevap, rahmet ve ihsan gibi güzel şeyleri bırakırlar da kendileri hakkında kötü olan şeyleri isterler. Ve "bizi korkutmak istediğin o azabı ne diye erteliyorsun? Onu hemen şimdi başımıza indirsene…" diye iverler. Ki, bu onların boyunlarına geçmiş olan tomruklardan birisidir. وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ Halbuki onlardan önce birçok misaller geçmiştir. Geçmiş zamanda, eski ümmetlerde böylelerine ne çetin azaplar inmiştir. Onları düşünüp ibret almazlar da kötülükte acele ederler. وَاِنَّ رَبَّكَ Rabbin ise şüphesiz لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ insanlar için büyük mağfiret sahibidir عَليٰ ظُلْمِهِمْ onlar zulüm üzerine iken. Yani, onlar zulüm ile kendilerine yazık ederlerken Allah onları hemen hesaba çekmez de günahlarını örtbas eder, tevbe etmeleri, kendilerini çekip çevirmeleri için onlara imkan ve zaman tanır. O her zaman rahmetini gazabına üstün tutar: وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَليٰ ظَهْرِهَا مِنْ دَآبَّةٍ "Eğer Allah insanları yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekecek olsaydı, yeryüzünde debelenen bir tek canlı bırakmazdı" (Fatır 35/45).
Bir kaynak:http://www.kuranikerim.com/telmalili/rad.htm
Yorumlar
Yorum Gönder