Ana içeriğe atla

Bakara Suresi 255(Ayet-el Kürsi), 256,257,258. Ayetlerin Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri

Bakara, 2/255. Ayet 


اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ 


Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür. 


Kur'an-ı Kerim 

T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı

Bakara, 2/256. Ayet 


لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ 


Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. 


Kur'an-ı Kerim 

T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı

Bakara, 2/257. Ayet 


اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُۙ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟ 


Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlığa götürürler. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar. 


Kur'an-ı Kerim 

T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı


Elmalılı Hamdi Yazır Efendi'nin tefsirinden:


اَللّٰهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ Allah o biricik hak mabuddur ki, gerçekte ondan başka hak mabud yoktur, çünkü الْحَيُّ الْقَيُّومُ yok olmaktan ve ölümlü olmaktan uzak, hayy ve kayyum (diri ve bütün kainatın idaresini bizzat yürüten) ancak O'dur. Ezelden ebediyete (sonsuza) kadar bütün hayat ve ebedilik O'nun zatı ile zatından dolayı kaim, vacibülvücuttur, (varlığı zatının gereğidir) ve her an tüm varlık alemini idare eden ve herşeyi ayakta tutan ancak O'dur. O olmasaydı ne hayattan eser olurdu, ne de varlık aleminden. ilahi hayat, ilim ve iradenin başlangıcı olan ezeli bir sıfattır.


Kayyum: قَيُّومٌ Kıyamdan "Fey'ul" vezninde (kalıbında) bir mübalağa kipidir ki, kendi kaim, diğerleri mukim (ayakta tutan) ve mukavvim (yöneten) demektir. Ve bunda eşyanın ayakta durmasının ilahi kıyamda fani olduğuna lafzında bir ima (işaret) vardır. İbn Sina bunun vacibü'l-vücud kavramına eşit olduğunu söylemiş ise de, buna vacibü'l-vücud kavramının, kendinden başka, ondan ayrılmaz bir kavramı olan, külli mucid (herşeyi yoktan var eden) külli müdebbir (herşeyi idare eden, yöneten) gibi diğer kemal kavramlarının hepsi de anlam itibariyle dahildir. Ayetin devamı bunun açıklamasıdır. Ve bu isimlerin "İsm-i Azam" olduğu da söylenmiştir. O öyle bir hayy ve kayyumdur ki, لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ O'nu ne gaflet basar, ne uyku; daima alim, daima habir (her şeyden haberli)dir. لَهُ مَا فى السَّمٰوَاتِ وَمَا فى اْلاَرْضِ Göklerde ve yerde, yukarılarda, aşağıda ne varsa O'nun; görünür, görünmez, bütün varlık O'nun mülküdür. Tüm sebeb O, tüm gaye O, herşeyin maliki olan O; Allah'ın mülkü olan bu yaratıklardan مَنْ ذَا الَّذ۪ى يَشْفَعُ عِنْدَهُۤ اِلاَّ بِاِذْنِه۪ kimin haddi ki Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat edebilsin, bu halde hangi budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin. Çünkü يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ Allah yukarıların aşağıların, önlerindekini ve arkalarındakini, geçmişlerini, geleceklerini bildiklerini ve bilmediklerini bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir şey yoktur. وَلاَ يُح۪يطُونَ بِشَىْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ۤ Bunlar ise O'nun bildiklerinden hiçbirini bilemezler. اِلاَّ بِمَا شَآءَ Ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. Bu bakımdan bizzat O'nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir. Herhangi bir şeyde ister bir parça olsun tasarrufa kimin yetkisi olabilir. Ancak bu, O'nun iznini ve emrini almış sevgililerinden olabilir. 


Bilindiği üzere şefaat hürmete layık birinin kendinden düşük bir diğeri hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması demektir ki, bu bir bilinmezi bildirme veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını kapsar. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olan kimseler yapabilir. Oysa Allah'ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah'tan daha çok birlikte bulunmaya ve O'na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrak etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilahi huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise şefaat edecek olanın hali, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı nereden bilinir? Bu hal içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun, kimdir o ki Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp Allah'ın kullarına Allah'tan daha çok sahip çıkma, koruma yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak dilerse, özel veya genel şefaate ilahi irade çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka… Demek ki yüce Allah'ın ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat şefaat da herkesten önce O'nun kendi elindedir ve O'nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O zaman şefaat kapısı açılır. Ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil, yine Allah'ın dilediklerine şefaat imkanını bulabilir. Bundan anlaşılır ki önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi umulan bir Allah dostu bulabilmelerine, aynı şekilde müşriklerin putları gibi ilim şanından olmayanların şefaatçı olabilmelerine, asla ihtimal yoktur. Sonra kendisine izin verilebilecek her şefaatçinin şefaat sınırı da Allah katındaki derecesi ve o oranda elde edebileceği izin ve gücün kapsamı ile uyumlu olabilecektir. Bu bakımdan eninde sonunda izin çıktığı zaman en genel biçimde şefaat sahibi, yukarda peygamberlerin makamları hakkındaki ilahi açıklamadan anlaşıldığı üzere, hepsinin üstünde "sahib-i derecat" (dereceler sahibi) olan Resulullah, peygamberlerin en üstünü olabilecektir. Bu konudaki naslara göre, Cenab-ı Hak O'na şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en yüksek peygamberlik makamı, "Şefaat-ı uzma" en büyük şefaat makamı olmuştur ki, Makam-ı Mahmud'a şefaat hadisi gelecektir. 


Allah öyle bir ilim ve saltanat sahibidir ki, وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ hükmünün tecelli yeri olan kürsüsü bütün gökleri ve yeri geniş geniş tutmuştur. Yerlerde ve göklerdeki bütün varlıklar ve cisimler içinden, dışından hep bu kürsü ile kuşatılmıştır. Herbirinin kıyamı (ayakta durması) onun içindedir. Bu arada hiçbir nokta bulunmaz ki, orada yüce Allah'ın kürsüsünün hükmü geçerli olmasın. Yeryüzünün içinden çıkamayan insanlar onun yerleri, gökleri kuşatmış kürsüsünü nasıl kavrarlar. وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِه۪ وَاْلاَرْضُ جَم۪يعاً قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَم۪ينِه۪ سُبْحَانَهُ وَتَعَاليٰ عَمَّا يُشْرِكُونَ "Onlar Allah'ı, gereği ve layıkı biçimde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir". (Zümer, 39/67) Gökler ve yeryüzü denince hapsedilmiş birisi gibi bunlarla her taraftan kuşatılmış olan insanlar madde ve kuvvetin, duygunun, hayalin, kuruntunun, aklın, tasavvurun, hükmün ve bütün itibari belirlemelerin içinden son sınırına dayanır. Bunların ötesi deyince kayıtsız şartsız, kalbi bir merakla sonsuz bir ortama, sınırsız mutlak bir emel sahasına geçmek için çırpınırlar. İnsanlar kendilerince, yerkürenin küçük bir parçası üzerinde bile bir devlet ve hükümet ele geçirip idare ve muhafaza etmenin ne kadar zor bir iş olduğunu ve asırlardan beri gelen nice nice devletlerin, milletlerin bu yüzden memleketlerini koruyamayarak yıkılıp gittiklerini görüp bildiklerinden nihayet tasavvur edemedikleri bu göklerin ve yerin bir kabza-i tasarruf (tasarruf avucun)da vahdet kürsüsünden bir saltanat ile idare olunur bir memleket olduğunu düşündükleri zaman, "koruması ne kadar zor ve ağırdır" gibi bir zanna düşebilirler. Fakat o ilahi kürsü, bütün gökleri ve yeri tutmuş olmakla birlikte, وَلاَ يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا bu gökleri ve yeri o vahdet (birlik) kürsüsünden tasarruf avucunda tutup muhafaza etmek ve korumak Allah'a ağır da gelmez. O'nun için bu hiçbir şey değildir. وَهُوَ O şanı yüce Allah الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ pek yüksek, pek büyüktür. Biricik yüce, biricik ulu olan ancak O'dur. Bu bakımdan bundan başka gerçek bir ilah nasıl mümkün olur? Ve buna karşı başkalarına tapılıp da şefaatleri nasıl umulur? Ve böyle yapan kafirler ne kadar bedbahttır!


Bu ayete "Ayetü'l-Kürsi" denilir ve bundan dolayı bu sureye "Suretü'l-Kürsi" de denilir. Görüldüğü üzere bu ayet, ilahi saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet anlatımını ve Allah Teala'nın zatını ve sıfatını hem tarif ve hem gökler ve yeryüzünün ve çevrelerinin yaratılması, ayakta durması ve düzeni, miktar ve genişliğinin muhafazası, hayat sırrı, ilim sırrı, hakimiyet sırrı vb. gibi maddi ve manevi kuvvetlerinin son derece açık şahitliği ile isbat ederek bütün ilahiyat meselelerinin ana noktasını, Allah'ın kürsüsü gibi geniş bir kapsam ile kapsamış bulunduğundan bütün Kur'an ayetleri arasında konusu ile uygun olmak üzere en yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir. Nitekim Resulullah (s.a.v.): "Kur'an'da en büyük ayet, Ayetü'l-Kürsi'dir. Bunu her kim okursa, Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. Bu ayet bir evde okunsun da şeytanlar onu otuz gün bırakmasın, olmaz ve kırk gün ona ne sihirbaz kadın, ne sihirbaz erkek girmez, ey Ali bunu evladına ve ailene ve komşularına öğret, bundan büyük bir ayet nazil olmadı"; (Ahmed b. Hanbel, V, 142, 178) "Her kim farz namazların her birinin arkasında Ayetü'l-Kürsi'yi okursa onu ölümden başka cennete girmekten engelleyecek hiçbir şey kalmaz. Yani ölünce doğru cennete gider ve ona ancak sıddık veya abid olanlar devam eder." (Alusi, a.g.e., II, 11; el-Hindi, Kenzü'l-Ummal, I, 2534, 2569, 2580; Süyuti, a.g.e., II, 6) "Ve bunu her kim yatağına yatarken okursa Allah onu kendisine ve komşusuna ve komşusunun komşusuna ve etrafındaki evlere emin kılar"; (Süyuti, a.g.e., II, 8) "Günlerin efendisi cuma günü, sözlerin efendisi Kur'an, Kur'an'ın efendisi, Bakara Suresi, Bakara Suresinin efendisi de Ayetü'l-Kürsi'dir." (Ramuzü'l-Ehadis, 302) buyurmuştur.


Kürsi: Sözlükte, üzerine tek başına oturulan belli bir şeydir ki, aslında taht ve şerefli ilmin ayni şekilde olan özel ve seçkin makamı demektir. İlmin kendisine ve alime de denir. Daha sonra iskemle ve sandalye gibi şeylere de bu isim söylenmiştir. Dilimizde en çok ilim makamında kullanılmıştır. Herhangi bir şeyin aslına ve toplandığı yere de kürsi denir. Nitekim memleket kürsisi, "başkent" anlamına gelir. Bunun aslı olan "kürs" kelimesinde bir araya toplanıp karışma ile keçe gibi giriftleşip sağlamlaşmak manası vardır. Kısaca gerçek manasıyla kürsi, ancak bir kişinin oturabildiği en yüksek bir çeşit sandalyedir. Bundan dolayı, yerleri gökleri kaplamış bir kürsi düşüncesinin, bu bilinen mananın aynı olmayacağı da şüphesizdir. Aynı zamanda bu kelimenin bize bir hakimiyet (egemenlik) ve saltanat, bir ilim, bir şeref ve büyüklük ve söz geçerliliği anlamı ifade ettiğinde de şüphe yoktur. Biz bir memlekette bir kürsi, bir taht düşündüğümüz zaman, önce bir memleket, ikinci olarak onun içinde bir başkent, üçüncü olarak o başkent içinde bir arş, bir saray, dördüncü olarak o saray içinde bir taht, beşinci olarak o taht üzerinde hükmü elinde bulunduran bir hükümdar, altıncı olarak bu hükümdardan bütün memleketi kapsayan bir nüfuz tasavvur ederiz ki, bunda hükümdar, zarf zarf içinde memleketle tamamen kuşatılmış ve aynı zamanda nüfuzuyla o memleketi kuşatmıştır. Bunda en çok hayrete değer nokta da, bir şeyin hem kuşatan ve hem de kuşatılan olabilmesindeki sırdır ki, ilmin kendisinde de vardır. Ve bu nokta insanlara, Allah'ın birliğini en güzel şekilde telkin edecek olan bir işarettir. Ayetü'l-Kürsi, bize bu manayı telkin etmekle beraber gösteriyor ki, Allah'ın mülkü göklerle yerdir. Fakat Allah'ın kürsisi, bunlarla kuşatılmış değil, onları kuşatmaktadır. Bizim kürsi düşüncemizin aksinedir. Allah'ı düşünürken hep kuşatılmış olanlardan, kuşatıcıya doğru geçmelidir. Taht veya başkent, göklerle yer memleketini kuşatmış; Arş, tahtı kuşatmış; Rahman olan Allah, Arşın içinde değil, üzerinde ve Allah hiç kuşatılmış değil, hep kuşatıcı ve yöneticidir ve öbüründeki zıtlığı kaldıran budur. Şu halde Allah'ın kürsisi, bize ancak bir isim ve kuşatılandan kuşatana geçerek, nihayet gökler ve yer tasavvurunun ötesinden, kapalı ve tahayyülü imkansız bir büyüklük kavramıyla bilinebilir. Bunun gerçek mahiyetini tayin edebilmemize imkan yoktur. Bununla beraber tefsirciler, bunun tarifinde birkaç şekil rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:


1- Kürsi, gökleri ve yeri kaplamış büyük bir cisimdir. Buna "Arş'ın kendisi" diyenler de olmuştur. Fakat sahih haberler, "Kürsi, Arşın altında ve göklerin üzerinde bir cisimdir." diye gelmiştir. Kürsi, iki ayak yeridir. Süddi'den nakledilmiş olduğu üzere, gökler ve yer Kürsi'nin içinde, Kürsi, Arşın altında ve iki ayağının yeridir. (Süyuti, a.g.e., II, 18) Burada iki ayak yerinin, Arş'ın ayağının yeri olduğu açıktır. Bunu en büyük Ruh'un veya hamele-i Arş'tan (Arşı taşıyan meleklerden) büyük bir meleğin iki ayağının yeri diye gösterenler de vardır. İşte bu iki ayak yeri tarifi, Kürsi'nin başkent, yani hükümet karargahı manasıyla ilgili olduğunu açıkça gösteriyor. Gökler ve yer, bilinen bütün cisim alemlerinin ifadesi olduğuna göre, bunları kaplamış olan Kürsi'nin içinin bir cisim olması, göklerde ve yerde bilinen cisimlerin, cisimliklerinden başka bir cisimlik demek olduğunu da unutmamak gerekir. Yani Kürsi, boşlukta yer tutan bir cisim değil, yerin kendisi olan bir cisim (bir boşluk) demek oluyor ki, bunun cisimliğinin, madde ile değil, mutlak uzunluk, diğer bir deyimle genel olarak yer ve mekan denilen soyut bir uzaklık ve bütün bir boşlukla tasavvur edilmesi mümkündür. Çünkü mutlak mekan denilen soyut uzaklık, feza, madde uzantısının mahiyetini ifade eden soyut bir uzantıdır. Boyut ve uzantı ise cisimliğin en genel manasıdır. Fakat maddi cisimler burada yer tuttuğu halde, bu başkaca bir yerde yer tutmuş değildir ve diğer cisimlerle iç içe bulunması mümkündür. Fakat şu madde aleminde görülen maddi güçler ve varlığa ait işlerin ortaya çıktığı yer de budur. Bütün yüksek cisimler burada yerleşmiş ve aralarındaki esiri aleme (fezada gök cisimleri arasında ışık ve sıcaklığı nakleden, havadan daha hafif cisimlere) varıncaya kadar bütün toplu dalgalar burada bulunmaktadır. Hareket ve sakinlik burada meydana gelmektedir. Ancak zaman ve ruhlar alemi bundan daha geniştir. 


Bir zamanlar fen bilgilerine sabit bir kıymet isnad eden ve Allah'ın indirdiklerinin sınırının, fen sınırlarından daha geniş bulunduğunu düşünmeyerek, Kur'an ayetlerini zamanının fen bilgilerine göre açıklayıp yorumlamaktan zevk alanlar, o zaman kainatın şekli hakkında Batlemyus'un astronomi ilminin, en yüksek fen bilimi yerinde bulunması ve kendilerinin de bu ilmin mütehassıslarından olmaları dolayısıyla gökleri ve yeri ona göre düşünüp yorumladıkları gibi, Kürsi'nin cisimliği hakkındaki haberleri de o fennin teorileriyle (varsayımlarıyla) açıklamaya çalışmışlar ve dolayısıyla "Kürsi, sekizinci gök olan sabit gök cisimlerinin bulunduğu gök, Arş da dokuzuncu gök olan Atlas göğü (en büyük gök) dür." diye tevil etmişler (yorumlamışlar), "Kürside yedi gök, bir kalkan içine atılmış yedi para gibidir." (Süyuti, a.g.e., II, 18), "Arş'ta Kürsi, büyük bir sahraya atılmış demir bir halka gibi bir şeyden ibarettir." (Süyuti, a.g.e., II, 17; Alusi, a.g.e. II, 9) mealinde rivayet edilmiş olan iki hadisi şerifi de buna delil gibi kabul etmişlerdir. Bugün görüyoruz ki, fennin bu dokuz gök varsayımı gücünü kaybetmiş olduğu halde, Kur'an ayetleri ve Peygamberimizin hadisleri, gönüllerde yine bugünkü gökler ve yer gibi bütün kıymetiyle ortaya çıkıp durmaktadır. Şu halde bunları, mutlaka kendi bilgilerimizin çerçevesi içine alarak açıklamaya çalışmak, ilmin gereklerine de dinin gereklerine de uygun değildir.


Bu iki hadisi şerif, bize Kürsi'nin, sekizinci gök veya sabit yıldızların bulunduğu gök olduğunu değil, nihayet göklere ve yere göre büyük bir yer, Arş'a göre de pek küçük bir daire olduğunu misal yoluyla anlatmaktadır. Bu yüzden asrımızdaki fen bilimlerine göre buna bir mana vermek gerekirse, Kürsi'yi mutlak bir yer manasıyla tasavvur etmek, elbette daha uygundur ve bu bizim kendi düşüncemiz değildir. İmam Fahreddin Razi, bu ayette değil, fakat Fatiha tefsirinde Kürsi'yi mekan, Arş'ı da zaman teorileriyle ele almıştır (Fahru'r-Razi, a.g.e., I, 282-283). Çünkü mutlak mekan, gökleri ve yeri içine almış, kaplamıştır. Halbuki bütün mekan uzunlukları, şu andaki bir anlık zamanın içine sığmış, geçmişin ve geleceğin, aralıksız cereyanı içinde bu hal dairesi (şimdiki zaman çerçevesi) tıpkı büyük bir sahrada küçük bir halka gibi kalmıştır. Bununla birlikte diğer taraftan Kürsi ve Arş'ın manevi değerleri hakkında da rivayetler vardır. İnsan şu görüşleri düşünürken bile farkına varır ki, gökleri ve yeri mekandan başka kuşatan, kuvvet ve kudret, akıl ve ilim ve bunların üzerinde ruh vardır. Ve hatta zaman, mekanı kuşatmış görünürken bunun da ruhta meydana gelen bir durum olduğunu ve buna göre ilim ve ruh aleminin, zamanı da kaplayan bir deniz olduğunu takdir eder. Nitekim Kürsi, en büyük Ruh'un veya diğer büyük bir meleğin iki ayağının yeri denilmişti. Şu halde bunların aslı, Arş'ın sınırına dahil ise de, Kürsi'nin Kürsi olması, sırf cisimlikten ve bir uzantıya sahip olmasından değil, bu manevi kuvvetlerin de bir tesellisine sahne olmasındandır. Ve Allah'a nispet edilmesi de bundan olmalıdır. Buna göre:


2- Kürsi, saltanat, kudret ve mülk demektir. Çünkü ilahlık, ancak kudret ve var etme ile ortaya çıkacağı gibi, dilde de taht ve Kürsi dendiği zaman, doğrudan doğruya egemenlik gücünün kastedildiği vardır.


3- Allah'ın kürsisi, Allah'ın ilmi demektir. Çünkü ilim Kürsisi, taht manasından daha çok bilinmektedir ve bu münasebetle ilmin kendisine de mecazi olarak kürsi denilir. Bu rivayet, İbn Abbas hazretlerinden nakledilmiştir. İbn Cerir et-Taberi gibi bir çok tefsirciler, bunu tercih etmişlerdir.


4- Bu sözden maksat, sırf Allah'ın yücelliğini ve büyüklüğünü anlatmaktır. Cenab-ı Allah, halka zat ve sıfatlarını tarif ederken, insanların hükümdarlar ve büyükler hakkında alışmış oldukları şekillerle hitap buyurmuştur. Nitekim Kabe'yi kendine ev yapmış, tavaf ve ziyaretini emretmiştir. Çünkü insanlar, hükümdarlarının saraylarını ziyaret ederler. Hacerü'l-Esved'in yer yüzünde "yeminüllah" (Allah'ın eli) olduğunu söylemiş ve öpme yeri kılmıştır. Nitekim insanlar, hükümdarlarının ellerini ve eteklerini öperler. Yine bu türden olarak kıyamet günü kullarının hesaba çekilmesi hakkında, meleklerin, peygamberlerin, şehitlerin huzurda bulunacaklarını ve mizanlar konulacağını söylemiştir. İşte bunlar gibi kendisine de Arş isbat etmiş, اَلرَّحْمٰنُ عَليٰ الْعَرْشِ اسْتَويٰ "Rahman olan Allah, Arş'ın üzerine hükmetti." (Taha, 20/5) buyurmuş ve bunu anlatarak, وَتَريٰ الْمَلٰۤئِكَةَ حَآفّ۪ينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ "Meleklerin, Arş'ın etrafını kuşatarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün." (Zümer, 39/75), وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ "O gün Rabbinin Arş'ını, onların üzerinde sekiz melek taşır." (Hakka, 69/17), اَلَّذ۪ينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ "Arş'ı taşıyanlar ve onun etrafında bulunanlar…" (Gafir, 40/7) buyurmuş, sonra kendine Kürsi de isnad etmiş, وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ "O'nun kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır" (Bakara, 2/255) buyurmuştur. Bundan anlaşılır ki, Arş ve Kürsi gibi, benzetmeyi andıran lafızlar (sözler) Kabe, tavaf ve Hacerü'l-Esved hakkında daha fazlasıyla mevcuttur. Halbuki bunlar da mesela Kabe'nin "beytullah" (Allah'ın evi) olmasında, Allah'ın, geceyi orada geçirmesi gibi bir benzetme ve cisim manası kastedilmiş olmadığı hususunda nasıl görüş birliği varsa; Arş ve Kürsi hakkında da maksadın, Allah'ın yücelik ve büyüklüğünü anlatmaktan ibaret olduğunda tereddüt edilmemesi gerekir. "Kaffal" ve "Keşşaf" tefsircileri gibi araştırmacılar da bunu tercih etmişlerdir. Buna göre Kürsi'den maksat nedir, ve nasıl bir şeydir, diye düşünmeye lüzum yoktur. 


Bu açıklama Cenab-ı Allah'ı cisim olma şüphelerinden tenzih için pek güzel olmakla beraber, Allah'ın Kürsi'sinin gerçekte delalet ettiği bir şeyin bulunmadığını kabul etmek de zahire (bu konudaki açık ifadelere) aykırıdır. Evet bilinen gerçek manasıyla bir Kürsi, bir taht kastedilmediği yukarda geçtiği üzere muhakkaktır. Bununla birlikte bir beytullah (Allah'ın evi) bulunduğuna iman etmek gerektiği gibi Allah'ın bir Kürsisi bulunduğuna iman etmek de gereklidir. Bunun az çok cisimle ilgili bir kavramı içermesi Cenab-ı Allah'a -haşa- bir cisimlik isnadını gerekli kılmaz. Meselenin ruhu, Kürsi'nin Allah'a nisbetini layıkiyle düşünebilmekte, bunun bir "oturma nisbeti" olmayıp bir "Rablık nisbeti" olduğunu anlamaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre Allah'ın Kürsisi, bir taraftan maddi cisimler toplamı olan göklerin ve yerin hepsini kaplayıp tutan, cisimleri kuşatan bir şeydir. Biz bunun "Kürsi" ismiyle varlığına iman eder ve gerçek mahiyetini idrak edip tam olarak bilemeyeceğimizi anlarız. Diğer taraftan az çok bir tasavvur edinebilme gereğine kanaat getirirsek, Allah'ın Kürsisinde saltanat tahtı ile ilim kürsisi kavramlarındaki mükemmellik içeriklerini bir araya toplama, kısaltma ve fani olma anlamlarını, حَيٌّ قَيُّومٌ "Daima diridir, evrenin yöneticisidir." لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَىْءُ "O'nun misli gibi bir şey yoktur." ifadelerinin delaletleri gereğince dürüp katlayarak onu mutlak bir ilim ve saltanatın tecelli edeceği (ortaya çıkacağı) bir yer olmak üzere ele alıp düşünürüz. Ve bu bakımdan aslında yüce Allah'ın büyüklüğünün soyut bir tasavvuru değil, kudretinin ortaya çıkış biçiminin de bir ifadesini içine almış bulunduğunu tasdik ederiz. Bütün cisimler, yüksek ve alçak kütleler, Kürsi'nin içinde kaldığından, onun üzerinde hüküm yürüten ilim ve saltanat sahibinin, cisim olmanın üzerinde çok yüce bir varlık olduğunu da kesin olarak anlarız. Ve daha açık olması için Kürsi'nin büyüklüğünü anlatan haberlere bakarak diyebiliriz ki, Allah'ın Kürsisi, göklerde ve yerde görünen bütün maddelerin, kuvvetlerin kaynaşıp durduğu mutlak bir boyut, yani ilim, irade ve kuvvetten soyutlanmış olan sadece mücerret feza değil, bunların tecelli ettiği bir ayna bulunması bakımından mekan ve her şeyin yeri olması muhtemeldir.


Burada yerleşmiş olan Allah değil, gökler ve yer denilen cisimler ve yer işgal eden kütleler toplamıdır. Bunun üzerinde daha geniş olarak zaman uzantısı, akıllar ve ruhlar alemini içeren ve mukarrep (Allah'a yakın) meleklerle kuşatılmış olan Arş vardır. Ve burası mekan üstüdür. Artık burada cisimlik manası yoktur. Ve اَلرَّحْمٰنُ عَليٰ الْعَرْشِ اسْتَويٰ "Rahman olan Allah Arş'a hükmetti." (Taha, 20/5) ifadesinin delalet ettiği üzere Allah Teala Arş'ın içinde değil, rahmanlık sıfatıyla üzerindedir ve bu üzerinde bulunma, mekanla ilgili olmayan bir üstünlüktür. رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَىْءٍ رَحْمَةً وَعِلْماً "Ey Rabbimiz sen her şeyi rahmetinle ve ilminle kuşattın. " (Gafir, 40/7) ayeti gereğince de Allah'ın kuşatması, rahmet ve ilim yönüyledir. Kürsi, bu ilim ve rahmetin, bizim alemimize bir tecelli yeridir. Bu bakımdan ne Kürsi'nin, ne Arş'ın Allah'la ilgisi bir yer tutma şeklinde değildir. Hükümranlık ve tasarruf, zapt etme ve emre hazır tutma, hüküm ve emir gibi tecellilerle bir rablık ilişkisidir. Bu ilgi, bu tecelli sayesindedir ki, ruhlarla cisimler, zihin ile dış alem birleşerek gerçekleşme noktalarında Hakk'ın varlığının bir parıltısına ayna olurlar da yerlerin, göklerin, mekanların, zamanların, Kürsi'nin, Arş'ın, kuşatamadığı Allah'ın varlığını, müminin kalbi, eşyanın her zerresinde, mekanın her noktasında, zamanın her anında marifete (Allah'ı tanımaya) yol bulur ve her şeyi anlamayı ancak bununla başarabilir. Hak demeden hiç bir şeyi bilemez ve Hakk'ın zatı ile ilgili en yüksek marifeti (bilgisi) de, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ "Seni gerçek bir şekilde tanıyamadık." ifadesidir. Bunun için de sadece marifeti, iman olamaz. İmanın kapsamı, marifetin kapsamından geniştir. Marifette bir kayıt vardır. İman ise kayıtsız, şartsız bir teslimiyet, ilahi bir ilgidir ve en büyük temaşa ondadır. Bunun yeri olan müminin kalbi de yerlerden göklerden geniştir. Bunun için mutlak mekanın, tecelli eden kuvvetleriyle beraber gökler ve yer cümlesinde dahil olması daha çok muhtemel bulunduğundan en sağlam iman, Allah'ın Kürsüsüne, Allah'ın açıkladığı şekilde iman edip, marifet taslamamaktır. 


İşte gökler ve yer ne kadar açık ise, Allah ondan daha açıktır. Onları kuşatmış olan Kürsi ve onun ötesi ne kadar gizli ise, Allah ondan daha gizlidir. Bununla beraber O, diridir, varlığı kendi zatiyle kaim olup her şeyi yönetmektedir; hem evveldir, hem sondur. O halde bundan başka mabud, bundan başka ilah nasıl düşünülebilir? Seçme yeteneği ve irade gibi ilahi bir lütfu kötüye kullanıp, o geniş kalbi daraltıp da Allah ve O'nun emirlerini inkar edenler zalim olmaz da ne olur? Bunlardan çok kendilerine zulmeden nasıl düşünülebilir? Bunlar hep mecburiyet ve zorlamak isterler, dine davet edildikleri zaman, "Allah istiyorsa bizi zorla dindar yapsın." derler. Fakat لاۤ اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü "fi'ddin" (dinde) ifadesi, "ikrah"a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mananın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, hak din olan İslam dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde dine zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslam dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır. Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. اِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ"Ameller, ancak niyetlere göredir." (Buhari, Bed'ul-Vahy, 1, Itk, 6, Talak, 11, Eyman, 23; Müslim, İmamet, 155; Ebu Davud, Talak, 11; Nesai, Taharet, 59) Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mümkün değildir. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyle, cihad da öyledir…


Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslam'ın hükmü altında herkes görevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur. «فِى» de zarflık değil, sebeblik manası düşünülürse, mana şu olur: Zorlama, din için yoktur, yahut zorlama, din için, dine sokmak için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili bir tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey değildir. Dinin aslı olan imanın kökü tasdik ve kalbden inanmaktır. Bu ise sırf bir rıza ve seçenek işidir. Bunu يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ "Dilediğini yapar." (Bakara, 2/253; Hac, 22/14) ifadesiyle vasıflandırılmış olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın iradesiyle iman ve hatta iman ile salih amel, zorlamaya değil, güzel bir seçime ve gönül rızasına bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. وَلَوْ شَاۤءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فى اْلاَرْضِ كُلُّهُمْ جَم۪يعاً اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰي يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ "Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun?" (Yunus, 10/99) Şu halde dine girmesi için kimseye zorlama yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman, Allah yanında gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz. Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağından ve bu zorlama halinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun, yine kafirsin." denilemez, kafir muamelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp, şüphe ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az çok bir irade eseridir. Hiç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: لآ اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ "dinde zorlama yoktur." İfadesi Zeccac'ın dediği gibi savaşla müslüman olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu, ikrahın (zorlamanın) bir sözlük manasıdır. Zorlamaya ne hacet? Zorlama beklemekte mana nedir? Akılların hepsinin, dine sarılması gerekmez mi? Çünkü قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar delilller ve nihayet ilahi saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya çıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkar ve dinsizliğin ise azab ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış; hak batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu olacak, küfür (inkar) ehli de muhakkak ceza ve azab görecektir. Bunlar her nereden gelse kendi istekleriyle, kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama manasını içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteriyor ki, "dinde zorlama yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azab yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış olmasındandır.


Bilinmektedir ki zorlama, fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya bozar ve o fiil, böyle rızasız yapıldığı için fiili sonucu, hayır veya şer, yapanın kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde zorlanan, bir alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil, zorlayanındır. Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkar ve zulmün, fasıklık ve isyanın, isteyerek kazanılmış müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık bu yapıldıktan sonra onun gerekli bir sonucu olan ceza ve azab da yapanın kendi kazancı, kendi hakkıdır ki, bunda zorlama manası düşünülemez, o kendi kendine zulmetmiş olur. Allah Teala ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne kendilerine, ne de başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine razı olmadığından, onları korumak için sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, لاۤ اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ "Dinde zorlama yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin engellerindendir. İslam yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye İslam dinine girmek için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir. İslam hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (yahudi, hıristiyan), hepsi, din hürriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir müşrik, dilerse yahudi veya hıristiyan olabilir; hiçbirine müslüman ol, diye zor kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna göre cezasını görür. Kendi rızasıyla İslam'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamberine söz verdikten sonra döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tevbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sözden caymanın zorunlu bir sonucudur.


Bu noktada İmam Şafii gibi bazı alimler, müslüman olmaya söz vermiş bulunan mecusi veya hıristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela yahudi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine dön veya müslüman ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki, اَلْكُفْرُ مِلَّةٌ وَاحِدَةٌ"Küfür, bir tek millettir." ifadesi gereğince o şekilde din değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma manası yoktur. Buna göre, "Ya dön veya müslüman ol!" diye zor kullanılmaz. Ancak İslam dinine girdikten sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tevbe etmezse cezası verilir. Bundan başka ibadet ve diğer muameleler gibi rıza şart olan amel dallarında da zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'i bir fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan dolayıdır ki, cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslam uy-ruğunda vergi vermesi arasında kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine riayet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla mağlub olduğu takdirde de yine din değiştirmeye zorlanmayıp, adalet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir intizama mecbur tutulur. Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta değil, hak dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama ile din olmaz. Fakat akli ve ilmi delilleri dinlemeyen kafirlerin ve zalimlerin saldırıları da böyle fiili bir delil olmadan dur-durulmaz, herkes her türlü haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş, bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği bilinmeyen bir imtihandır. 


Bir de cihad, dinin hükmü geçerli olan İslam yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din çevresinden dışardadır. Dar-ı harb (kafir yurdu) zaten zorlama yurdudur. Böyle iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki, لآ اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ "Dinde zorlama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit etmektedir. Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama kabul etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelamını yükseltmek, yani herkesi mensub olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb ve güçlü bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın egemenliğini herkese arz ve ilan etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler cemaati arasındaki Hz. Muhammed'in makamı ile uyumlu olarak çeşitli milletlerden teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun kalbi gibi egemen ve orta yolu tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç birini ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan İslam dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir din olarak savunup açıklamaktır. Bunun için İslam'da savaşın gayesi, intikam, öldürmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve zorlayıcı gücünü alıp, dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki, Allah'ın kelamını yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bir zayıflık gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün insanlık allak bullak olacaktır. Fakat bu açıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarıda, وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰي لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِ "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) ayetinde görüldüğü üzere Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine kitap ehli gibi din hürriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, اُمِرْتُ اَنْ اُقَاتِلَ النَّاسَ حَتّيٰ يَقُولُوا لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ فَاِذَا قَالُوهَا عَصَمُوا مِنّ۪ى دِمَائَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ "Bana, Lailahe illallah (Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Bu sözü söyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." (Buhari, Bed'ul-Vahy, 1, Itk, 6, Talak, 11, Eyman, 23; Müslim, İmamet, 155; Ebu Davud, Talak, 11; Nesai, Taharet, 59) hadisiyle ya İslam, ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, لاۤ اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ "Dinde zorlama yoktur." hükmüne ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine zıt ise, iki ayet, birbirini nesh veya tahsis eder, onların buraya dahil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din hürriyeti verilmemesi özellikle, لاۤ اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ "Dinde zorlama yoktur." hükmünün tatbiki içindir.


Bu münasebetle tefsircilerden birkaç görüş vardır:

1- Bu "La ikrahe" ayetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra cihad ve savaş ayetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak doğru görülmemiştir. Aslında قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ "Doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir." ayeti, bunun inişinin, dinin tam olarak ayırd edilmesinden sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir düşünceye engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere cihad meselesi aslında buraya dahil değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu bilmek gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da içine aldığı görüşüne sahip olabilecekler için bu rivayet önemlidir. Demek oluyor ki bu ayette böyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti ancak bu yöne mahsustur. Yoksa cihad ayetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş olmasına imkan yoktur. Amm (genel hüküm), nesihten sonra geri kalan kısımda yine kesindir. Kısaca nesih ayetin tamamiyle ilgili değil, kısmidir.


2- Bu ayet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun genel hükmünden hariçtir. Gerçi تِلْكَ الرُّسُلُ "şu peygamberler…" ayetinden başlayan sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Ensar'dan bazıları, çocuklarını Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa sokmuşlardı. İslam dini gelince bunlara zor kullanmak istediler. İslam'dan önce Ensar'dan bir kadının çocuğu yaşamadığı durumlarda, şayet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının bir kısmı kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslam'a geldikleri zaman dediler ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mademki İslam dini geldi, her halde biz bunları zorlarız." dediler. Bu cümleden olarak Salim b. Avfoğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam tüccarlarının telkinleriyle hıristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi bırakmam, mutlaka müslüman olmalısınız." diye sataştı. Onlar da çekindiler, üçü birlikte Resulullah'a müracaat ettiler. Bunun üzerine bu ayet indi, babaları da onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden önce olsun ve gerekse sonra, her iki takdirde nüzul sebebi, müşrikleri içine almamaktadır. O halde hükmünün genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hükmü açık ve geçerlidir). Bu güzel! Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. لاۤ اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ "Dinde zorlama yoktur." hükmü ise daha geneldir. Sonra bu hüküm yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dar-ı İslam'da (İslam yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhüd ve güvence (eman) verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap yarımadası müşriklerinden başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu ayet, mutlak olarak neshedilmiş olmadığı gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nüzul (iniş) sebebi, Resulullah, birisine' اَسْلِمْ Müslüman ol' buyurmuştu. O da: اَجِدُن۪ى كَارِهاً kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu ayet bunun hakkında inmiştir." diye rivayet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hükmün genel oluşunda daha açıktır.


3- Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki muamele, وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰي لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ كُلُّهُ لِلّٰهِ "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) emrine dayanmaktadır. لاۤ اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ "Dinde zorlama yoktur." hükmünün ise "Arapların Müslüman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir." mealinde olduğu Tefsir-i Kebir'de açıklanır (Buhari, İman, 17, Zekat, 1, Salat, 28; Müslim, İman, 32, Cihad, 59; Tirmizi, İman, 1,2; Nesai, Zekat, 3, İman, 15, İbn Mace, Mukaddime, 9).


Demek ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha öncesini kapsamaz, bu manaca bu ayet, وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰي لاۤ تَكُونَ فِتْنَةٌ "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın…" ayetinden sonra inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "La ikraha = zorlama yoktur" hükmü genelliği üzere kalır. Bu durumda aralarında bir yönden çelişki varsa, sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki bunun, öncekini neshettiğine dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü bunun tarih itibariyle sonradan indiği açıkça belli değildir. Yukarda görüldü ki, aksine rivayet bile vardır. Bu bakımdan usul itibariyle birbirlerine yakın olarak yorumlanması gerekir. Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak tefsir (izah) ve tahsis edebilirler. Şu halde İslam'ın doğruluğunun ortaya çıkıp ayırdedilmesini Araba ve zorlamanın olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Önce İslam'ın başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların müslüman oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul edilmiş, bu arada müslümanlar arasında bulunan Arap müşriklerine de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı bilinmektedir. O halde, لاۤ اِكْرَاهَ فِى الدّ۪ينِ ayetinin bütün kapsamıyla manası, "İslam dininin, hüküm dairesinde zorlama yoktur." demek olur. Savaş ve savaş halinde bulunan düşman meselesi, bu hükümden esas itibariyle hariç olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suça ceza da bunun dışındadır. Ancak bu, وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰي لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ كُلُّهُ لِلّٰهِ "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) ayetiyle beraber düşünmek lazımdır. Buna göre ayetin sonunun da delalet edeceği üzere İslam dininin hüküm dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri de İslam yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalarıdır. Amm (genellik ifade eden hüküm) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da şirkti. Fakat genel manasıyla alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden müstağni kalır (ona ihtiyaç duyurmaz). Demek ki kısaca mana şu olur: "Fitne yoksa dinde zorlama yoktur, çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar, belalarını bulurlar".


Bundan dolayı, فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ her kim tağuta, azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkar edip), Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb ile, لاَ اِلٰهَ اِلاَّاللّٰهُ "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." diyerek önce o tağutları kökünden siler, sonra da bütün varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gönderdiği peygamberleri, Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰي o mutlaka en sağlam kulpa yapışmıştır لاَ انْفِصَامَ لَهَا ki, kopmak onun için değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak bırakılırsa fena düşülür. Bu ilmi ve ameli delillerden, hak ve batılın bu ortaya çıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var, yarın yok, gelip geçici olan fani, batıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet kendine tutunanı düşürüp bırakıp gidecek olan tağutların, Firavunlar, Nemrudlar, sihirbazlar, kahinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mabudların çürük kulplarına yapışmak değil, مِنَ اْلاَزَلِ اِليٰ اْلاَبَدِ حَيٌّ قَيُّومٌ "Ezelden sonsuza kadar diri, her şeyin yöneticisi" şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, ımızganmaz, göklerin ve yerin hükümranlığının sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük sahibi, gizli açık, cüz'i (kısmi), genel her şeyi bilen, her şeyden haberdar, ilminin gerçek mahiyetine erilmez, o bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsisi yerleri, gökleri tutmuş, yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek, pek yüksek kudretinin yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, لاۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ "kendisinden başka hiç bir ilah bulunmayan" Allah Teala'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki eliyle seve seve canı gibi koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilahi kürsiden uzatılmış, kopmaz, kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve dinin başı olan Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince amel etmek ve onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa yapışmış olur. Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalbde kalmamalı, ağız, gönül bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ Allah her şeyi işiten ve bilendir. Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Ağzından, لاۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ "Allah'tan başka ilah yok." deyip, içinde inkar saklayan münafıkların ve aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkar savuran kafirlerin yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.


Tağut: "Tuğyan" (azgınlık) kökünden mübalağa kipiyle bir cins ismidir ki, aslı "ceberut = zorbalık" gibi "tağavut" olup, yer değiştirmekle "tavagut" yapılarak "vav", "elif"e çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankar, azgın, azman, azıtgan demek gibidir. İbn Cerir et-Taberi'nin tarif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankar olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir (et-Taberi, Camiu'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, III, 13). Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz, yahut kahin ya da insanların ve cinlerin, inad edip büyüklük taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye çeşitli rivayetlere rastlanır. Ebu Hayyan der ki: "Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların her birine hasredilmiş (mahsur)tir.." (Ebu Hayyan, a.g.e. II, 282) Yukardaki tarif, bunların hepsini içine almaktadır. Bununla birlikte Kadi Beydavi bu hususa: "Allah yolundan menedenler" (el-Beydavi, Envaru't-Tenzil ve Esraru't-Te'vil, I, 176) fıkrasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَاهُ"Heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü?" (Casiye, 45/23) ayeti gereğince kendi hevasına uyup kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse önceki tarife dahil olacaktır. 


Bu açıklamadan birkaç fayda elde edeceğiz: 


a) Önce, tağutun çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini gösterebileceği gibi "şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mabud, insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inad edenleri" kelimelerinin her biri tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre bunların, mana itibariyle tam eş anlamlı değilseler bile pek yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir. 


b) İkinci olarak demek oluyor ki, tağutun açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır. 


c) Üçüncü olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar ikinci derecede tağutlardır. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili taşların tağutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red de edemezler. Bu sebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek veya dişi tağutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır. Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yönüyle putlar, asıl tağut değil, tağutların temsilcileridirler. Böyle فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ "Kim tağutu inkar ederse..." ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş, putlardan önce ona sevk eden azgın isyankarlara küfretmek (onları inkar etmek)tir. 


d) Dördüncü olarak, Allah'a karşı isyankar olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım isyankarlar tarafından ilah diye kabul edilen Hz. İsa ve Üzeyr gibi büyük insanların kendileri tağutun tarifinden ve kendilerine tağut denilenlerden hariçtirler. Tevhid emrinde, لاَ اِلهَ "başka hiçbir ilah yok" derken bunların ilahlığını da olumsuz kılıp inkar etmek, ibadet etmemek farz olduğu halde, diğer taraftan bunları inkar caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak peygamberlere iman ve saygı da imanın şartlarına dahil bulunacaktır. Bu çok önemli nükteye işaret edilerek فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ "kim tağutu inkar ederse..." buyurulmuş da diğerlerini inkar şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkar etmek değil, Allah'tan başkalarından ilahlık vasfını kaldırmak ve bu arada tağutları inkar etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilahlık altındaki derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihayet فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ "kim tağutu inkar ederse..." cümlesi şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mümin olmak için, Allah'a imandan önce küfre tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ "kim tağutu inkar eder de Allah'a iman ederse..." ifadesi, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı ile iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın Kürsisine, cennetin en yüksek tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde düşecekleri kelamın manasından anlaşılıyor. Şimdi hem bunu daha çok aydınlatmak, hem de acaba hiç tutunmasak, hiçbir kulpa yapışmasak ne lazım gelir, diyebilecekleri irşad için buyuruluyor ki:


اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا Allah iman edenleri, ezeli ilimde iman etmesi kararlaştırılmış olanları sever, onların dostu ve kayırıcısıdır. يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِليٰ النُّورِ Onları, hidayeti ve başarılı kılması ile karanlıklardan (zulümattan) aydınlığa (nura) çıkarır. Burada, "zulümat"ın çoğul, "nur"un tekil getirilmesi ne kadar dikkate değerdir. Demek ki dünyada çok "zulmet" (karanlık) vardır. Bütün bu karanlıkları ortadan kaldıracak "nur" (aydınlık) ise, birdir ki, o da, اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ "Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur, 24/35) hükmü gereğince, Hakk'ın nurudur. Herhangi bir konuda Hakk'ın nuru bulunmadı mı insanı her tarafından sayısız karanlıklar kaplar. Hakk'ın nuru ortaya çıkınca da o karanlıklar kalkar. Hakkın nuru bulunmadı mı, yerler ve gökler hiç, gündüz gece, güneşler zifir, gözler kör, kulaklar sağır olur; kalpler bin türlü hayal ile buhranlar içinde çırpınır kalır; aranan bulunmaz, ne aranacağı bilinmez; gönüllere kuruntular, acılar, azaplar çöker; çevreyi kuruntular, umacılar (öcüler) kaplar; cinler, şeytanlar, başa toplanır. O zaman insana var olmak bir bela kesilir de, "Ah keşke ben de bir hiç olsaydım!" diye haykırır, o sırada herhangi bir sebepten Hakk'ın nuru ortaya çıkıverirse, gökler güler, yıldızlar doğar, baharlar açılır, neşeler, sevinçler sunulur, acılar silinir, sıkıntılar unutulur, gönüller ferahlık ve sevinçle dolar, var olmanın tadı duyulur. Ve zaten işte Hakk'ın nurunun bu bir zevk pırıltısıdır ki, insana: "hayat, hayat!" dedirtir. Bu tadı sonsuza dek sürdürmek isteyen akıllı kimseler de kendini kendine bırakmaktan vazgeçip, Hakk'ın nuruna ermek için onun sağlam kulpuna yapışmalıdır. 


Bilindiği üzere her şeyin ancak bir doğru yönü vardır ve Allah'a ancak o yönden gidilir. Buna karşılık her şeyde batıl yönler sonsuzdur. Mesela bir şey yitirdiniz, o bir yerdedir ve ancak oradadır. O anda bu şey için doğru yön budur. Fakat siz bir kez onu bilmiyor ve hele o yeri bildiğiniz halde, o, orada yoktur diye inanmış bulunuyorsanız, oradan başka hangi taraf aklınıza gelse, oralar hep batıl olan yönlerdir, bulamazsınız. Bu bir şeye karşı dünyanın bütün yönleri batıl kesilir. Bu şekilde herhangi bir şeyde bir hak yöne karşılık, sonsuz batıl yönler vardır. Hakk'ın nuru olan marifet doğunca bu karanlıklardan çıkılır. şu halde karanlıklar çok, nur birdir. Nur (aydınlık) var olmaya, bütün karanlıklar yok olmaya adaydır. Bir varlığa, sonsuz yokluk karşılık olur. Bütün varlıklar üzerinde idareci olan da ancak Allah Teala'dır. Bunun için Allah'a iman, Hakk'ın nurunun, kuşkusuz bilginin, mutlak ferahlığın doğmaya başlaması ve şafağıdır. İman ve marifete karşı veya muhalif olan yokluk, ümitsizlik, küfür, kuşku, kuruntu, sapıklık, cahillik, eksik bilgi, fasıklık, heveslere uyma, terbiyesizlik, nankörlük, ahlaksızlık, haddini bilmemezlik ve benzerleri hep birer karanlıktır. Demek oluyor ki buradaki "zulümat" (karanlıklar), küfür ve isyanların zulümatından (karanlıklarından), kuşku ve şüphe zulümatından, istidlal (bir delile dayanarak bir şeyden bir sonuç çıkarma, delil ile anlama) ilimlerinin güçlü mertebelerine nispetle zayıf mertebelerinden ve hatta "keşif" ve ıyana (gözle görmeye) nispetle fikir ve istidlal ilimlerinin hepsini kapsar. "Nur" ise her birine derece derece karşılık olan "marifet" ve "kuşkusuz inançtır" ki, iman ikanı (kuşkusuz bilgisi)nden, ıyan ikanına (açıktan açığa görürcesine kuşkusuz imana) kadar gider.


İşte Allah Teala iman edenlerin ellerinden tutar, zulmetlerden (karanlıklardan) çıkarır, yakin nuru (kuşkusuz imanın ışığı) ile işlerinde başarı, ruhlarına terbiye, gönüllerine huzur bahşeder. Doğru yolda sonsuz mutluluğa erdirir. Buna karşılık, وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا o sağlam kulpa yapışmayan ve tağutları (doğru yoldan çeviren azgınları) inkar edecek yerde, Allah'ı inkar eden, tevhid ile iman kulpuna sarılmayan kafirler ise, (ki bunların bir kısmı) Allah'a az çok inansa bile, aynı zamanda tağutlara inanırlar. Bir kısmı Allah'a inanmaz, tağutlara inanır, bir kısmı da ne Allah'a inanır ne tağutlara, ancak kendine tutunmak ve başka hiçbir şey tanımamak ister ve tağutlar, çoğunlukla bu kısımdandır. اَوْلِيَاۤؤُهُمُ الطَّاغُوتُ Artık bunları yönetenler tağutlardır. Başlarına azgınlar çöker, zorlama, dayatma ile, hile ve aldatma ile her taraflarını kıskıvrak bağlar, yularlarını ellerine alırlar. يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِليٰ الظُّلُمَاتِ Onları nurdan, Allah'ın yaratılıştan verdiği iman nurundan, doğru yoldan çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü tağutlar dosdoğru aydınlıkta iş görmesini istemezler, her tuttuklarını aksine, tersine sürüklerler, sürekli karanlığa, gidilmedik yollara giderler, aklı, ilmi sevmez, fikirleri, istekleri fesada verir, ahlakları bozar, Allah'la, Peygamberlerle yarış etmek zan ve iddiasıyla yapılamayacak şeyler yapar, keyfini yerine getirmek için nerde Allah'tan korkmaz varsa peşine takar ve taktığını karanlıklara, içinden çıkılmaz belalara sürükler. Sonra ne olur? Bunlar ortada kalırlar da tağutlar kurtulur mu? Hayır اُولٰۤئِكَ tağutları ile birlikte bütün kafirler اَصْحَابُ النَّارِ nur içinde kalanlar değil, nar (ateş) içinde kalanlardır, Allah tarafından o sonsuza kadar yanacak olan ateşe mahkumdurlar. هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ Hepsi o cehennem ateşinde sonsuza kadar kalırlar. Görülüyor ki, Allah'a iman etmeyen kafirler, tağutları inkar etmiş bile olsalar, yani hiçbir kulpa yapışmak istemeyip, kendi kendilerine kalmak isteseler bile, yine tağutların sataşmasından, kurtulamayacak, her halde tağutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın toplumsuz, emirsiz, yasaksız, yaşaması mümkün olmadığından, Allah'ın teklifini (koyduğu yükümlülüğü) Allah'ın emirlerini dinlemeyenler, mutlaka tağutların emirlerine mahkum olacaklardır. لاَ اِكْرَاهَ "Zorlama yoktur" diyen dini tanımayıp, zor kullanan zorba tağutlar da, sonuç olarak kendilerini kurtaramayacak, sonunda ebedi olarak ateşlerde kalacaklardır. şüphe yok ki hak tanımayan kuduz nefislerin sürükleyeceği yer cehennem ateşidir. 



Bakınız Allah'ın yardımı ile bir mümin bir tağuta neler yapmış ve Allah müminlere ne gibi şeyler gösterebilir. İşte tarihi bir örnek: اَلَمْ تَرَ اِلىٰ الَّذ۪ى حَاۤجَّ اِبْرَاه۪يمَ ف۪ى رَبِّه۪ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ Görmedin mi Allah, kendisine 'mülk' yani devlet ve hükümdarlık verdiği için gururlanarak veya hükümdarlığının şükrünü tam aksine olarak, nankörlük ile yerine getirmeye kalkışarak, "Halilullah" (Allah'ın dostu) olan İbrahim'le Rabbi hakkında tartışmaya girişen, onu yenerim zannı ile tartışmaya çıkışan o tağutu? (o Nemrud'a baksana!) اِذْ قَالَ اِبْرَاه۪يمَ رَبِّيَ الَّذ۪ى يُحْي۪ى وَيُم۪يتُ O zaman İbrahim, "Benim Rabbim O en yüce ve en ulu olan varlıktır ki, hem hayat verir, hem de öldürür." demişti ki; hem hayatı yaratır, hem ölümü demekti. Rivayet olunduğuna göre, Hz. İbrahim putları kırdığı zaman Nemrud onu zindana atmış, bir süre sonra çıkarıp, "Sen kime davet ediyorsun?" diye sormuş. O da böyle söylemişti. Buna karşı Nemrud, قَالَ اَنَا اُحْي۪ى وَاُم۪يتُ "Ben de hayat veririm ve öldürürüm" dedi. Rivayete göre iki adam getirtmiş, birini idam edip, birini salıvermiş, işte gördün mü demiş. Bununla Hz. İbrahim'in anlattığı hayat verme ve öldürme deliline gereği gibi dikkat etmemiş, güya kendince bir yandan bir "üslub-ı hakim" (hikmetli ve bilge kişinin üslubu) yapmış, bir yandan da tehdid savurarak: "İşte o benim!" diye Rablık iddiasına kalkmıştı. Bu cahilce müşrik cevabına karşı derhal ona haddini bildirmek için tam yerinde bir bilge üslubu, "üslub-ı hakim" ile, قَالَ اِبْرَاه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَاْت۪ى بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَاْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ İbrahim: "şu kesin ki, Allah güneşi doğudan doğduruyor, sen de batıdan doğdur bakayım." dedi. فَبُهِتَ الَّذ۪ى كَفَرَ Deyince "kafir tutuldu kaldı." şaşkın ve yenik düştü. Buna karşı kafir azgınlık yapmayıp da hakkı kabul etseydi, hayat vermeyi ve öldürmeyi gerçek biçimi ile alıp, ilahi hidayeti reddederek zulmetmeseydi, bu zulmete (karanlığa) düşmezdi. Fakat وَاللّٰهُ لاَ يَهْد۪ى الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ Allah da zalimler zümresine hidayet etmez. Onları doğru yola iletmez. Kendilerini Hakk'ın ta kendisi varsayıp da hak ve hakikate karşı gelen böyle zalimler Hakk'ın nurundan nasıl yararlanabilirler? "Hayat" yaratmanın, güneşin hareket yönünü değiştirmekten daha önemli, hayat olaylarının, mekanik olarak meydana gelen olaylardan daha yüksek bir kudret delili olduğunu takdir etmeyen ve onu oyuncak zannedip de hafife alan zalimler sonunda böyle gökten inen mekanik bir tokatla yenilirler. Ancak hakkı kabul etmek arzusunda bulunmayan azgınlar böyle şaşkın ve yenik olurlar da yine imana yanaşamaz, karanlıktan çıkamazlar; kişiler böyle olduğu gibi toplumlar da böyledir. 


Demek oluyor ki, tağut'un örneklerinden biri, böyle, "Ben hayat veririm ve öldürürüm." diye Allah ile boy ölçüşmeye kalkışan kafirdir ve işte bir mümin böyle bir azgına yağ çekmek şöyle dursun, ona gerektiği gibi haddini bildiriverir ki, bu Allah'ın bir lütfudur. Allah'a imanı olmayanlar, bunun yanında korkusundan tiril tiril titrerken bak İbrahim ona ne yapmış, ne hale getirmiştir. Bununla şu da ortaya çıkıyor ki kafir, iktidar sahibi birisi olabilir ve fakat bir kimse iktidar sahibi olmakla hidayete ermiş olmaz, iktidar nimetinin gereği onu kendi gönlüne ve hevesine göre kötüye kullanmak değil, Allah'ın emrine ve hakkın gereğine göre idare ve takip etmektir. Yani Allah'ın hayat vermesi ve öldürmesi o kadar kesin ve açıktır ki, bunu pek değersiz, pek aşağı bir şey gibi zannedip kendilerine mal etmek isteyen kimseler bile bulunuyor. Fakat sözle ifadesiyle bu kadar sağlam ve sağlam yapılı olan bu gerçek ayrıntıya geçildiği zaman kısa akıllar, hayatın tekrar edip duran örneklerini göremezler de hayatın aslına inanırlarken, yeniden dirilmeyi ve mahşere gelmeyi inkar ederler. 


Kendilerini hak kanununun üstünde tanımak isteyen, emirleri ve iradeleri ile hakkı ve gerçeği değiştirmek sevdasında bulunanlar mutlaka Hakk'ın sillesine mahkumdurlar. Kendilerine uyanlarla birlikte kendilerini de karanlıklara sürüklerler ve uçurumlardan yuvarlanır ateşin diplerine tıkılırlar. Elbette haktan kaçan, hakka karşı gelen, haksız olur, haksızın, hakka ermesi de bir çelişkidir. Kuşkusuz iktidar ve hükumet pek büyük ilahi bir nimettir. Fakat insanlar kendilerini bunun asıl ve gerçek sahibi değil, vekaleten ve mecazen sahibi bilmelidirler. Nemrud bunu böyle tanımadığı için ilahi hidayetten mahrum olan zalimlerden oldu. Ve Allah'a dayanan İbrahim üstün gelerek Allah'ın izni ile onu şaşkın ve perişan eyledi. 


Ayrıntılı ve uzun tefsirlerde bütün ilmi yönleri incelenmiş olan bu ilmi münazara (tartışma) örneği, Allah'ın iman edenlere yardımını ve bir müminin tağuta karşı davranışını bir iki kısa cümle içinde o kadar açık ve beliğ bir şekilde ifade etmiştir ki, ilahi yardımın bu örneği bütün akılların kavrayabileceği açık bir gerçeği kapsamaktadır. Başka bir tabirle bu ayet, ifadesiyle muhkem ayetlerden olan apaçık bir ayettir. Bununla birlikte Cenab-ı Allah'ın gücü ve hayat vermesi bir defaya mahsus değildir. O mutlak gücü ile dilediği gibi hayat verme gücüne sahiptir. Yok olanı var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar diriltebilir ve hayat verebilir. Ve bu hayat vermenin ve öldürmenin çeşitleri vardır. Bunlar normal nedenlere dayalı olarak meydana gelebildiği gibi olağanüstü biçimlerde de olabilir. Zaten "hayat verme" sırrı başlı başına bir harikadır. Bunun gibi Allah'ın müminleri karanlıktan nura çıkarması da akılların kavrayabileceği derecelerden çok yüksektir. Onun öyle incelikleri, öyle gizli yönleri ve öyle olağanüstü şekilleri vardır ki, onlar akılların, tekniklerin kavrayamayacağı harikalara varır. Böyle olmakla birlikte bunlar akılların kabul edemeyeceği, reddine mecbur olacakları muhalatdan (meydana gelmesi mümkün olmayan şeylerden) değildirler. Aksine hayatın akışından elde edilebilecek birer gerçektirler. Meydana gelmeden önce akılların tahmin etmeleri ihtimali olmayan ve fakat meydana geldikten sonra da kabulünde tereddüt etmeye imkan kalmayan öyle örnekler vardır ki, bunlar imanı olmayanlar için bir sır, müteşabih (karmaşık) bir iş olarak kaldığı halde, iman edenler için diğer bir muhkem (sağlam) delil oluştururlar. Cenab-ı Allah bunları da iki örnekle açıklayacaktır. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bakara Suresi 1-5 ayetlerinin Meali ve Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri: 1-Elif. Lâm. Mîm. 2-O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. 3-Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. 4-Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar. 5-İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.

Bakara, 2/1. Ayet  الٓمٓ ۚ  Elif. Lâm. Mîm.  Bakara, 2/2. Ayet  ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ  O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.  Bakara, 2/3. Ayet  اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ  Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.  Bakara, 2/4. Ayet  وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ  Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.  Bakara, 2/5. Ayet  اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ  İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.  Kur'an-ı Kerim  T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Bakara Suresi 1-5 ayetlerinin Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri: ...

Bakara Suresi 21-25. Ayetler Elmalı Hamdi Yazır Meali ve Tefsiri:

Bakara Suresi 21-25. Ayetler Elmalı Hamdi Yazır Meali ve Tefsiri: Meâl-i Şerifi 21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki (Allah'ın) azabından korunasınız. 22- O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah'a eşler koşmayın. 23- Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz. 24- Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının. 25- İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: "Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir" derler ve o rızık birbirinin benzeri olma...

Rad Suresi 2-5. Ayetlerin Meali ve Elmalılı Tefsiri : 2. Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş'a istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır. (Bunların) her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır. 3. Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır. 4. Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır. 5. (Resûlüm! Kâfirlerin seni yalanla

Rad Suresi 2-5 Ayetler Elmalılı Tefsiri: اَللّٰهُ الَّذ۪ى Allah O'dur ki, رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ gökleri direksiz, dayaksız yüceltti. Ne yapmak ve yükseltmek için iskeleye, ne de manivelaya, ne de dayamak için direk dikmeye muhtaç olmadan sırf kudretiyle yaptı, yükseltti, kaldırdı ve orada tuttu, düşmesini önledi. تَرَوْنَهَا Onları görüyorsunuz. Yani üzerinizde olan gökleri görüp duruyorsunuz: O büyük gök cisimleri öylece direksiz olarak duruyorlar, orada dönüp durduklarını da siz görüyorsunuz. İşte Allah, onlara böyle direksiz ve dayaksız olarak kendi yörüngelerinde ve o kadar yükseklerde hareket kabiliyeti verip, size de gösteren kadiri mutlaktır. Bu manada تَرَوْنَهَا daki zamir "direksiz göklere" racidir. Ve cümle bir yan cümleciktir. Bazı tefsir alimleri bunun عَمَد "amed"e (Amed, amudun veya imadın çoğuludur ve direkler anlamına gelir.) raci ve onun sıfatı olması ihtimalini de dikkate almışlardır ki, o ...

Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ihtilâfında elbette tam akıl sahipleri için açıkça deliller vardır. ﴾Ali İmran 190﴿

إِنَّ فِى خَلْقِ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَٱخْتِلَٰفِ ٱلَّيْلِ وَٱلنَّهَارِ وَٱلْفُلْكِ ٱلَّتِى تَجْرِى فِى ٱلْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ ٱلنَّاسَ وَمَآ أَنزَلَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلسَّمَآءِ مِن مَّآءٍ فَأَحْيَا بِهِ ٱلْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ ٱلرِّيَٰحِ وَٱلسَّحَابِ ٱلْمُسَخَّرِ بَيْنَ ٱلسَّمَآءِ وَٱلْأَرْضِ لَءَايَٰتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah'ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.   ﴾Bakara 164﴿   إِنَّ فِى خَلْقِ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَٱخْتِلَٰفِ ٱلَّيْلِ وَٱلنَّهَارِ لَءَايَٰتٍ لِّأُو۟لِى ٱلْأَلْبَٰبِ Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ihtilâfında e...