9- De ki: “Siz yeri iki günde yaratanı gerçekten inkar edip duracak mısınız? Bir de O'na eşler koşuyorsunuz ha? O bütün alemlerin Rabbidir.” 10- O, yerin üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp soranlar için rızıkları tam dört günde belli bir seviyede takdir edip, düzene koydu. 11- Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin.” dedi. Her ikisi de: “İsteyerek geldik” dediler. (Fussilet Suresi 9-10-11-12. Ayetlerin Meali ve Elmalılı tefsiri)
Fussilet Suresi 9. Ayet Meali:De ki: "Siz yeri iki günde yaratanı gerçekten inkar edip duracak mısınız? Bir de O'na eşler koşuyorsunuz ha? O bütün alemlerin Rabbidir."
Fussilet Suresi 10. Ayet Meali:O, yerin üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler meydana getirdi. Orada araştırıp soranlar için rızıkları tam dört günde belli bir seviyede takdir edip, düzene koydu.
Fussilet Suresi 11. Ayet Meali: Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin." dedi. Her ikisi de: "İsteyerek geldik" dediler.
Fussilet Suresi 12. Ayet Meali:Böylece Allah onları iki günde yedi gök olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini bildirdi. Biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.
Fussilet Suresi 9-10-11-12. Ayetlerin Meali ve Elmalılı tefsiri:
خَلَقَ اْلاَرْضَ ف۪ى يَوْمَيْنِ "Yeri iki günde yarattı." Bu ف۪ى يَوْمَيْنِ "iki günde" kaydında iki ihtimal vardır. Birisi خَلَقَ "Yarattı" fiiline bağlı olarak mef'ulün fih olmak, ikincisi zarf-ı müstekar olarak "arz" kelimesinden "Hal-i mukaddere" olmaktır. Birinci cümle analizine göre mana, yeryüzünü iki günde yarattı demek olur. Yeryüzü yaratılırken henüz bildiğimiz "gün" bulunmayacağından "yevm" (gün) mutlak zaman, manasına, yani iki nöbette demek olur ki Allah en iyisini bilir. Birisi اَوَلَمْ يَرَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقاً فَفَتَقْنَاهُمَا "Göklerle yer bitişik halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı... görmediler mi?" (Enbiya, 21/30) ifadesi gereğince, yeryüzünün gökten, ayrıldığı gün, birisi de هَوَ الَّذ۪ى مَدَّ اْلاَرْضَ "O yeri uzatıp döşeyendir." (Ra'd, 13/3) buyurulduğu üzere, yeryüzünün "medd" olunduğu, yani yerkürenin kabuğunun kaymak halinde döşenmeye başladığı gündür. İkinci tahlile göre, mana yerküreyi iki günde olmak üzere yarattı demek olur. Bu şekilde yerkürenin kaç günde yaratıldığı söylenmiş olmayarak yaratıldıktan sonra iki gün içinde bulunması hali anlatılmış olur ki, bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nöbetidir. Çünkü yeryüzü bu iki zaman içinde deveran etmek, dönmek üzere yaratılmıştır. وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِىَ مِنْ فَوْقِهَا Hem onda üstünden baskılar yaptı; dağlar, yeryüzünün kabuğunu tabanına çiviler gibi kazıklar. Bu "vav", istinafiyedir, خَلَقَ fiiline atıf değildir, çünkü fasıl vardır. وَبَارَكَ فِيهَا Ve onda bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde hayır ve hayrata elverişli şeyler, sular madenler, doğma ve gelişme kuvvetleriyle bitkiler ve hayvanlar gibi feyz ve bereket kaynaklarını yetiştirdi. وَقَدَّرَ فِيهَا اَقْوَاتَهَا Ve onda azıklarını da takdir buyurdu, yani bitkilerin ve hayvanların yaşamak için muhtaç oldukları yağmur ve diğer hasılatı da miktar ve sayılarıyla tayin buyurup yeryüzünde biçimine koydu. فِى اَرْبَعَةِ اَيَّامٍ Dört gün içinde, yani bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yahut dört gün içinde olarak yaptı. Önceki "iki"de içinde dahil olmak üzere, "dört" ki, bunda da gösterdiğimiz şekilde öbürleri gibi iki mana vardır. Birisi, madenlerin ve dağların yaratılması nöbeti, biri de bitkilerin ve hayvanların yaratılması nöbeti ki iki önceki ile dört olur. Birisi de فِيهَا dan hal olmasıdır ki, dört mevsimi göstermiş olur, bu şekilde önceki iki burada dahil olmuş bulunur. Benim aciz anlayışıma göre burada bu mana, öbüründen daha ön planda, ifadenin akışına daha uygundur. Çünkü yeryüzünün bereketleri ve rızıkları her sene bu dört mevsim içinde yetişir. Sayısı ve miktarı ile biçimini bunlar içinde alır, bu sebepten dolayı ف۪ى nin, «بَارَكَ» ve «قَدَّرَ» fiillerine bağlanması dahi aynı manayı ifade edebilir. Ve bu manaca şu kayıt da açık olur. سَوَآءً لِلسَّآئِل۪ينَ Bütün araştıranlar için eşit olmak üzere dört gün, çünkü her yerde rızık isteyenlerin hepsinin rızkı bu dört mevsim içinde yetişir, rızıklar eşit olmazsa da günler eşittir. Dört mevsim hepsi için dörttür. Burada سَوَآءً لِلسَّآئِل۪ينَ ye müteallık (bağlı) olmaması ve meseleyi soranlar manasına olması da düşünülebilir.
Bu dört günü, önceki "iki"ye ekleyerek, toplamını "altı" olmak üzere tefsir etmeyi uygun görmüyorlar, çünkü bu şekilde gökyüzünün zikrolunacak iki günüyle günlerin toplamı sekize ulaşıyor. Oysa birçok ayetlerde خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ ف۪ى سِتَّةِ اَيَّامٍ "O gökleri ve yeri altı günde yarattı." (A'raf, 7/54) buyurulmuş olmakla bu günler, o altı günün beyanı olduğuna göre o sayıyı aşmamak gerekir. (Bu nokta için A'raf Suresi'ndeki اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ"Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emri) Arş üzerinde hükümran olan Allah'tır." (A'raf, 7/54) ayetine bkz.)
ثُمَّ اسْتَوٰى اِلَى السَّمَآءِ Sonra "sema"ya (göğe) doğru doğruldu, yani ilahi inayetini, ilgisini dosdoğru göğe yöneltti. فَاسْتَوٰى Kelimesi اِلىٰ ile kul-lanıldığı zaman "istikamet almak", "dosdoğru yönelmek" manasınadır ki, yüce Allah hakkında doğrudan doğruya "irade" ile tefsir olunur. Yani ilahi inayetini, iradesini göğe doğru yöneltti. وَهِىَ دُخَانٌ O bir duman halinde idi. فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ İrade buyurdu da ona ve yeryüzüne dedi ki ائْتِيَا طَوْعاً ikiniz de ister istemez gelin. İkiniz birden emrime boyun eğin, huyunuza gerek uygun olsun, gerek olmasın, yahut ikiniz de vücuda gelin, yoktan var olun.
قَالَتَآ اَتَيْنَا طَآئِع۪ينَ Dediler ki ikimiz de isteyerek geldik. Buradaki ثُمَّ yi, Razi ve Kadi Beydavi gibi tefsir bilginlerinin bir kısmı "zamani" değil, "rütbi terahi" (sonralık) ile anlamışlar, yani göğün yaratılışı, yeryüzünün yaratılışından önce olup, yalnız burada yeryüzünün yaratılmasını beyandan sonra açıklanmıştır. Bu şekilde اِئْتِيَا demek, "vücuda gelin" (var olun) manasına gelen "tekvin"den ibarettir. "Dühan" (Buhar) da ilk maddenin yaratıldığı haldir. İlk önce, ilk madde yaratılmış ve onda henüz bir ışık olmadığı, karanlık bir halde bulunduğu veyahut madde tabiatı esas itibariyle karanlık bulunduğu için "duhan" denilmiştir. Bu güzel bir manadır. Fakat وَهِىَ دُخَانٌ "duman halinde bulunan" cümlesinin hal cümlesi olarak, اِسْتِوَا ya, bitişmesi ve اِئْتِيَا emrinden önce olması gerekeceğine göre, bu tefsirin maddenin "kıdem"ini (ezeli oluşunu) ifade etmek gibi, bir kusur ve lekesi vardır. Buna karşılık çoğu tefsir bilginleri ise ثُمَّ nin "terahisi" (sonralığı)nin zamani olduğu kanaatine varmışlar ve yeryüzünün ilk yaratılışı gökyüzünden önce olup, ancak وَاْلاَرْضَ بَعْدَ ذٰلِكَ دَحَاهاً "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (Naziat, 79/30) ayetinin ifadesince döşenmesinin sonra olduğunu söylemişlerdir. Acizane ben de bunu cumhurun üslubu üzere anlamayı tercih ediyorum. Şu kadar ki gökten murad, وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَآءِ مَآءً "Biz gökten de su indirdik." (Lokman, 31/10) ayetinde olduğu gibi, yeryüzünün yukarısı, hava tarafı demek olduğu kanaatine varıyorum. Bu şekilde ثُمَّ اسْتَوٰى "Sonra göğe doğru doğruldu" ayeti yukarıdaki خَلَقَ اْلاَرْضَ "yeri yarattı." cümlesine atfedilmiş olarak şöyle demek olur: İlk kez yeryüzünü yarattıktan sonra doğrudan doğruya yukarısını yaratmayı irade buyurdu, bir duman olarak. Demek ki yeryüzü ilk yaratılışında ilkin gökten ayrıldığı sırada ateş halinde idi, sonra bu ateşten onun yukarısına doğru seması olarak duman halinde gazlar püskürüyordu. فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ Bu halde bu duman halindeki göğe ve yeryüzüne dediki: ائْتِيَا طَوْعاً اَوْ كَرْهاً "İkiniz de ister istemez gelin." Tabiatınıza uygun gelse de gelmese de ikiniz birlikte, birbirinize uyarak, bir nizam üzere hareket edin dedi. Bütün gökyüzü içinde, yeryüzünün ve havasının birlikte hareket etmesini emreyledi. قَالَتَآ اَتَيْنَا "İkimiz de isteyerek geldik" dediler. Bazıları bu emri ve isteyerek boyun eğmeyi şuuri manada anlamak istemişlerse de mutlak emre uyma ve boyun eğme manasına olması daha ağır basmaktadır. Yani verilen emirde, icra edilen tesirde her biri tabiatındakinin aksine bir fiil ve harekete dahi sevkedilseler, onlar onun kabulünü bir tabiat, bir huy edinmişlerdir. Onun için hareket ve hareketsizlik gibi çeşitli tabiatta tesirleri tabii gibi kabul ederler. İlahi emre karşı hiçbir muhalefetleri meydana gelmez. Onun için "atalet" kanunu denilen bu boyun eğme ve kabiliyet ile bütün gök cisimlerinin ve yeryüzü cisimlerinin olayları tabii imiş gibi açıklanabilir. Burada eserden olmak üzere şöyle bir قيل (söz) de naklederler: Denilmiş ki gökler ve yeryüzü yaratılmadan arş su üzerinde idi, sudaki sıcaklıktan bir kaymak ve bir duman çıktı, kaymak suyun yüzünde kaldı, ondan kuraklığı yarattı ve ondan yeryüzünü meydana getirdi. Duman da yukarı yükseldi ondan da gökyüzünü yarattı. Fahru'r-Razi der ki: Bu hikaye Kur'an'da yoktur. Yahudilerin Tevrat dediği kitabın başında vardır. Bir delil delalet ederse kabul olunabilir. Zemahşeri garip bir fıkra daha nakleder de kuraktan bir yeryüzü yaptı, sonra da onu ayırdı, iki yeryüzü yaptı der. (Fahru'r-Razi, a.g.e., XXVII, 105.) Ayrılan bu iki yeryüzü nedir? Ya yeryüzünden ayın ayrılması olacak, yahut da Amerika'nın ayrılması olacaktır.
Şimdi asıl, göklere geçilerek buyuruluyor ki فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ف۪ى يَوْمَيْنِ Kısacası onları iki günde sağlam yedi göğe tamamladı. Bu iki günün birisi yeryüzünün de yaratılmasından önceki ilk maddenin yaratılması, birisi de cisimlerin teşekkülü günleridir ki A'raf Suresi'nde beyan olunduğu üzere altı günden ikisini teşkil eder. Yahut birisi yerin yaratılmasından önce, birisi de yerin yaratılmasından sonradır. Çünkü Ay, Zühre (Venüs) ve Utarid (Merkür) gibi bazı gök cisimlerinin yaratılması, yeryüzünün yaratılmasından sonradır. Buna göre فَقَضَاهُنَّ deki, فَا nın takip manası da saklı kalmış olur. (Bakara Suresi'nde فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ "Onları yedi gök halinde düzenledi." Bakara, 2/29 ayetinin tefsirine bkz.) Benim acizane fikrime göre, bu iki gün, göklerden hali mukaddere olmak üzere birisinin dünya, birisinin ahiret olması da muhtemeldir. Bunları böyle sağlam yaptı ve tamamladı. وَاَوْحٰى ف۪ى كُلِّ سَمَآءٍ اَمْرَهَا Her gökte ona ait emri de vahyetti. Her "sema"nın meleklerine orada cereyan edecek işlerin emrini de telkin buyurdu ki bu da "tamamlama" cümlesindendir. Bütün bunların bu yolda ortaya çıkmasından ve tamamlanmasından yüce Yaratıcının kudretinin delilleri tecelli edip ortaya çıktığı için bu noktada "gıyab"dan (üçüncü tekil şahıs) "tekellüm"e, (birinci şahsa) dönülüyor ki وَزَيَّنَّا السَّمَآءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ ve dünya göğünü mısbahlar, yani parlak kandillerle donattık, süsledik. زَيَّنَّا السَّمآءَ الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ "En yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik." (Saffat, 37/6). وَحِفْظاً Hem de korunmuş kıldık. Şeytanlar yanaşamalar. ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَزِ۪يزِ الْعَل۪يمِ İşte o, o aziz ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir. Siz onu hep inkar mı edip duracaksınız, de. فَاِنْ اَعْرَضُوا Yine yüz çevirir aldırmazlarsa, فَقُلْ o zaman de ki اَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً size bir yıldırım tehlikesi haber veriyorum. Yani yıldırım gibi bir çarpışta helak edecek şiddetli bir azap مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ"Ad ve Semud'un uğradığı yıldırım gibi". Delailü'n-Nübüvve'de Beyhaki ve İbn Asakir Cabir b. Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki: Ebu Cehil ile Kureyş'in ileri gelenlerinden bir topluluk şöyle dediler: "Muhammed'in işi bizi şüpheye düşürdü, sihir, kehanet, falbakıcılık ve şiiri bilen bir adam arasanız, onunla konuşsa da bize onun durumunu bir anlatsa." dediler. Bunun üzerine Utbe b. Rebia: "Ben vallahi şiiri, fal bakmayı, sihri dinlemişim, ona dair bir ilim edinmişimdir. Eğer öyle ise Muhammed bana gizli kalmaz." dedi ve vardı: "Ya Muhammed, sen mi daha hayırlısın, Haşim mi; sen mi hayırlısın, Abdulmuttalib mi?" dedi. Resulullah cevap vermedi. "Ya sen bizim ilahlarımızı kötülüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun, eğer başkanlık senin olsun istiyorsan bayraklarımızı sana dikelim ve eğer mal istiyorsan sana mallarımızdan senin ve arkandakilerin ihtiyaçlarını giderecek mal toplayalım ve eğer kadın ihtiyacın varsa Kureyş kızlarından beğeneceğin on tanesini seninle evlendirelim." dedi. Resulullah susuyor söylemiyordu. Utbe sözünü bitirdiği zaman, Resulullah (s.a.v.) بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يم "Bismillahirrah-manirrahim" deyip, حٰمۤ تَنْز۪يلٌ مِنَ الرَّحمٰنِ الرَّح۪يمِ كِتَابٌ فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ قُرْاٰناً عَرَبِياً "Ha, Mim, Bu Kur'an, Rahman ve Rahim Allah tarafından indirilmiştir. Bu, Arapça bir Kur'an olarak ayetleri bilen bir kavim için ayırd edip açıklanmış bir kitaptır…" diye okudu. فَاِنْ اَعْرَضُوا فَقُلْ اَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ "Bunun üzerine yine başlarını çevirirlerse o zaman de ki: Size Ad ve Semud yıldırımı gibi bir yıldırım haber veriyorum." ayetine gelince, Utbe hemen Resulullah (s.a.v.)ın mübarek ağızlarını tuttu "Rahime" yemin vererek vazgeçmesini rica etti. (Alusi, a.g.e., XII, 111.) Kureyş'e çıkmadı, birkaç gün görünmeyince Ebu Cehil "Ey Kureyş topluluğu!" dedi. "Utbe neden görünmüyor? Zannederim Muhammed'e saptı, galiba onun yemeği hoşuna gitti, bu mutlak ihtiyacından olmalı, kalkın gidelim bakalım" dedi. Vardılar. Ebu Cehil "Ey Utbe" dedi. "Sen Muhammed'e saptın o galiba hoşuna gitti, bir ihtiyacın varsa seni Muhammed'e muhtaç etmeyecek mal toplayabiliriz." Bunun üzerine Utbe kızdı ve bundan sonra Muhammed'e ebediyyen bir şey söylemeyeceğine billahi diyerek yemin etti de dedi ki: "Bilirsiniz, ben Kureyş'in malca en zenginiyim, fakat ben ona vardım.." diye hikayeyi anlattı. "Bana" dedi, "bir şey ile cevap verdi ki: Vallahi o sihir değil, şiir de değil, fal bakıcılık da değildir" O, okudu: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ ۞ حٰمۤ تَنْز۪يلٌ مِنَ الرَّحمٰنِ الرَّح۪يمِ كِتَابٌ فُصِّلَتْ اٰيَاتُهُ قُرْاٰناً عَرَبِياً... فَاِنْ اَعْرَضُوا فَقُلْ اَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ (Meali biraz yukarda verildiği için tekrarına gerek görülmedi. (Mütercimler)) ayetine gelince, ben ağzını tuttum ve Rahim'e yemin verdim, bunun üzerine kesti. Vallahi bilirsiniz ki Muhammed bir şey söylediği zaman yalan çıkmaz, onun için başınıza bir azap inmesinden korktum." (Buhari, Tevhid, 15, 35; Müslim, Tevbe, 1, Zikir, 2, 19; Tirmizi, Zühd, 51, Daavat, 121; İbn Mace, Edeb, 58; Darimi, Rikak, 22; Ahmed b. Hanbel, II, 251, 315, 391, 413, 445, 480, 482, 516, 517, 524, 534, 539, III, 210, 277, 491, VI, 106.)
مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ Önlerinden ve arkalarından, yani her taraflarından geldiler ve her yönden her şekilde çalıştılar, uğraştılar yahut ilerisini gerisini, geçmişi geleceği anlattılar, korkuttular, uyarıda bulundular. رِيحاً صَرْصَراً "Sarsar" rüzgarı, soğuğunun şiddetinden yakıp kavuran veya gürültüsü çok olan fırtına ف۪ۤى اَيَّامٍ نَحِسَاتٍ uğursuz günler-de, müneccimler buradan bazı günlerin uğursuz olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat kelam bilginleri demişlerdir ki günlerin "uğurluluk" ve "uğursuz"lukla nitelenmeleri zati değil, izafidir. Yani gün bir ada-ma göre uğursuz, diğer bir adama göre de uğurlu olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören bir adam için uğurlu olur. Denilir ki bu günler Şubat'ın sonundan "Berdü'l-acuz" (kocakarı soğuğu) denilen günleri idi. Şevval'in sonunda çarşambadan çarşambaya olduğu da rivayet edilmiştir.
Yorumlar
Yorum Gönder