Felsefenin Ölümü, Bilimin Dogmaları ve Kelamın Zaferi: Söz Hakkı Kimindir?
Modern zamanlarda bazı bilimciler, felsefenin öldüğünü ilan ederek bilginin yegane kaynağını sadece deney ve gözlem temelli bilimsel yönteme indirgemeye kalktılar. Stephen Hawking örneğin, "Felsefe ölmüştür. Artık sorulara bilim cevap veriyor." diyerek bu tavrın sözcüsü olmuştur. Oysa bu söz, bilginin mahiyetini anlamaktan uzak bir bilimsel kibir ve metafizik körlükten ibarettir.
Felsefesiz Bilimciler ve Sahte Söz Yetkisi
Modern bilimciler, dine "dogma" diyerek onu akıl dışı göstermek isterken, kendi benimsedikleri ilkeleri mutlaklaştırarak yeni bir seküler dogmatizm inşa ettiler.
Bilimciliğin Dogmaları Nelerdir ve Neden Dogmadır?
Dogma, tartışmadan muaf tutulan, sorgulanmadan kabul edilen inanç demektir. Bilimsel yöntemin kendisi bu anlama gelmez; fakat bilimciliğin (scientism) dayattığı şu kabuller açıkça dogmadır:
"Varlık yalnızca maddeden ibarettir."
"Sadece gözlemlenebilir olan gerçektir."
"Doğa yasaları her şeyin açıklamasıdır."
"Bilimin dışında hakikat yoktur."
Bu ifadeler, bilimsel yöntemle test edilemeyen felsefî önermelerdir. Bilimsel değil, inançsal kabullerdir. Yani tam da eleştirdikleri dinî dogmalar gibi, kanıtlanmadan mutlak doğru kabul edilirler.
Oysa bir Müslüman, dinin hakikatini sadece nakle değil, akla ve yaratılmış ayetlere de dayandırır. Kelam bunu yüzyıllardır yapmaktadır.
Dolayısıyla bilimciliğin kendi dogmalarını görmezden gelip, dine saldırması bir tür epistemolojik ikiyüzlülüktür.Gerçek dogmatizm, aklı ve fıtratı dışlayan bilim maskeli inançlardır; hakikatle buluşan akıllı iman değil.
Modern bilimcilik taraftarları "Felsefe öldü, artık söz hakkı bilimindir" derken, aslında hem felsefeyi ne zannettiklerinihem de bilimin sınırlarını bilmediklerini ortaya koyuyorlar. Çünkü bugün bilimcilerin “söz” sandıkları şeylerin çoğu felsefî iddialardır:
“Evrenin dışında bir neden yoktur” demek → metafizik bir iddiadır.
“Sadece gözlemlenebilir olan vardır” demek → bilgi felsefesidir.
“Değerler subjektiftir” demek → ahlâk felsefesidir.
Yani bilimcilik, bir yandan felsefeyi dışlar görünürken, aslında en kaba felsefî iddiaları bilim kılığına sokarak sürdürür. Felsefeyi öldürdüklerini sanırlar ama onun cesedinden beslendiklerinin farkında değiller.
Bu durumda mesele şuna gelir:
Felsefeyi bilmiyorlar; kelamı hiç bilmiyorlar. Buna rağmen hüküm veriyorlar. Ama bilgi konuşmazsa cehalet bağırır.
Hâlâ Felsefenin Peşinden Gidenler: Neyi Kaçırıyorlar?
Modern bilimciler felsefeyi küçümserken, bazı entelektüel kesimler de felsefeyi kurtarıcı gibi görüp kelamı yok saymaktadır. Oysa burada ince bir hakikat vardır:
Felsefenin Pek Çok Görüşü de Bilim Tarafından Yanlışlandı
Aristo'nun mutlak uzay ve zaman anlayışı → Einstein ile çöktü.
Eflatun'un değişmez cevherler öğretisi → modern atom teorileriyle tutarsızlaştı.
Kartezyen zihin-beden ikiliği → nörobilim tarafından sorgulanır hale geldi.
Yani sadece bilimcilerin değil, pek çok filozofun da görüşleri zamanla bilim tarafından yanlışlandı. Felsefe de değişken ve çatışmalı yapısıyla, kesin hakikate ulaşmada sınırlıdır.
Kelamın Bu Tablodaki Yeri
Tüm bu yanlışlamalara rağmen kelamın temel ilkeleri (âlemin sonradanlığı, zorunlu bir yaratıcıya muhtaç oluş, Allah’ın iradesi, hikmet anlayışı vs.) bugüne kadar ne bilimsel ne felsefî olarak çürütülebilmiştir. Çünkü kelam:
Salt akılla sınırlı değildir.
Vahiy, akıl ve fıtratı birlikte kullanır.
Zamana ve paradigmalara bağlı olmayan ilkeler sunar.
Bu yüzden hem felsefenin hem de bilimciliğin zaafları göz önüne alındığında, kelamın sarsılmaz duruşu, değişmeyen hakikate ulaşma yolunda en güvenilir yoldur.
Modern bilimciler felsefeyi küçümserken, bazı entelektüel kesimler de felsefeyi kurtarıcı gibi görüp kelamı yok saymaktadır. Oysa felsefe, salt akıl ile yürekleri tatmin edemez. Çünkü:
Felsefe çelişikli sistemler üretir, biri diğerini yıkar.
Nihai hakikat konusunda sözü belirsizdir.
Mutlak değer ve maksat veremez.
Kelam ise, hem aklı hem vahyi esas alarak:
Değişmez bir varlık anlayışı sunar.
Evrenin gayesini ortaya koyar.
Aklın yettiği yeri belirler, ötesi için vahye dayanır.
Felsefenin peşinden gidip kelamı terk edenler, ya vahiyden habersizdir ya da aklın kendine tanıdığı sınırı aşmaya çalışanlardır. Bu ise sadece kendi aklını mutlaklıkla ilahlaştırmaktan ibarettir.
Bilim Kendi Dogmalarını Yıktı
Modern bilim, tarih boyunca birçok kez kendi söylediğini kendisi yalanladı. Bizzat bilim insanlarının savunduğu şu kabuller artık geçersizdir:
Bilimsel Dogma | Çöküş Sebebi |
---|---|
Determinist evren | Kuantum fiziği (Heisenberg belirsizlik ilkesi) |
Maddenin ezeliliği | Big Bang teorisi |
Enerjinin korunumu | Kuantum vakum dalgalanmaları |
Zaman ve mekan mutlaklığı | Einstein'ın izafiyet teorileri |
Nesnel mutlaklık | Gözlemcinin etkisi ve bilinç problemi |
Bu tablo, bilimin mutlak bilgi değil, sürekli değişime açık geçici modeller sunduğunu gösterir. Bilim kendini bile mutlak olarak garanti edemezken, felsefeyi ve kelamı yok sayması büyük bir entelektüel yanılgıdır.
Kelamın Söyledikleri Doğrulandi
Kelam alimleri, yüzyıllar önce vahiy ve akıl temelli olarak söyledikleriyle, bugün bilimsel verilerle birebir uyumlu hakikatleri ifade etmiştir:
Evren sonradan yaratılmıştır: (Big Bang ile doğrulandı)
Sebep-sonuç ilişkisi zorunlu değildir: (Kuantum belirsizliği bunu ispatladı)
Maddenin varlığı zorunlu değildir: (Madde enerjiye, enerji maddeye dönüşebiliyor)
Ruh müstakil bir cevherdir: (Bilinç problemi ve qualia meselesiyle destekleniyor)
Kelam, sadece felsefî değil, metafizik, mantıkî ve bilimsel açıdan da zamanın ötesinde bir ışık olmuştur.
Bilim mi, Kelam mı? Kimin Sözü Geçerli?
Bilimin Yanlışlanabilirliği: Sonsuz Bir Deneme-Yanılma Kısırdöngüsü
Bilim, metodolojik olarak "yanlışlanabilir" olmayı erdem sayar. Bu Popperyen bilim anlayışına göre, hiçbir bilimsel teori mutlak doğru değildir; her biri, bir gün yanlışlanmak üzere geçici olarak kabul edilir. Ancak bu yaklaşım şu soruyu doğurur:
Eğer her bilgi yanlışlanmak üzere geçiciyse, biz hiçbir zaman kesin ve değişmeyen hakikate ulaşamayacak mıyız?
Bu durumda insan aklı ve fıtratı bir çelişkiyle baş başa kalır:
Bir yandan mutlak hakikati arar, “gerçek nedir?” sorusunu sorar.
Diğer yandan bilim bize hep "şimdilik geçerli" cevaplar sunar.
O hâlde hakikati yalnızca bilimden beklemek, susmak bilmeyen ama asla cevap vermeyen bir dil ile konuşmaya benzer.
İşte burada kelam devreye girer: Vahiy, akıl ve fıtratı birleştirerek değişmeyen ilkeleri ortaya koyar. Bilim değişkendir, kelam ise sabitelerin bilgisidir. Bu yüzden değişmeyenin bilgisi, ancak kelamda bulunur.
Bilim:
Değişken verilerle çalışr.
Yanlışlanabilir teoriler üretir.
Anlam, maksat ve gayeyi izah edemez.
Kelam:
Akıl, vahiy ve fıtratı birleştirir.
Zorunlu varlık fikriyle sağlam metafizik temel sunar.
Gayeyi, hikmeti, maksadı ortaya koyar.
Son sözü, sürekli yanlışlanan bilim mi söyleyecek, yoksa yüzyıllar sonra bile doğruluğu teyit edilen kelam mı?
Felsefenin Cesedine Sarılanlar: Akıl mı, İnat mı, Yoksa Kibir mi?
Mesela Dücane Cündioğlu, Mustafa Öztürk ve benzeri isimler Kur’an’ı ve kelamı anlamaktan değil, onları "aşmaktan" bahsederler. Aşmak istedikleri, aslında kendi anlayış kapasiteleridir. Vahyin belirlediği ölçüleri küçümseyip, filozofların değişken sözlerini “yüce bilgi” gibi sunarlar. Fakat dayandıkları zemin, bilimcilerin bile “ölmüştür” dediği felsefedir. Yani yıkılmış bir yapının altında, kendilerine aklî bir saray kurmaya çalışırlar.
Kelam yalnızca teorik bir disiplin değil, aynı zamanda insanı hakikate çağıran bir kulluk irşadıdır. Bu çağrıyı kabul eden, benliğini terbiye eder ve aklını vahyin emrine verir. Ancak benliğine esir olanlar, kelamın getirdiği sorumluluğu reddeder, filozofların değişken sözlerinde sığınak arar. O sığınakta ise özgürlük değil, yalnızca aklın zanlarıyla avutulan bir belirsizlik bulunur.
Bu kişiler, Allah'ın kelamına boyun eğmek yerine kendi akıllarını mutlaklaştırarak hakikati yitirmişlerdir. Her seferinde yeni bir söylemle ortaya çıksalar da vardıkları yer değişmez: fikrî dağınıklık, varoluşsal boşluk ve imanî inkıtaa.
Bunca bilimsel çöküşe, felsefî yanlışlamaya ve kelamın doğrulanmasına rağmen hâlâ sabit hakikati bırakıp değişken felsefeye sarılanlar vardır. Bu artık bir arayış değil, bir direniştir. Hakikate değil, hakikatsizliğe tutunmanın inatçılığıdır.
Bu, sabit taşa yaslanmak varken, kaygan buzun üzerinde sarhoş adımlarla yürümeye benzer. Böyleleri aklı, aklın yoluna değil; kendi heveslerine yedeklemiştir. Onlar için mesele hakikati bulmak değil, hakikate rağmen kendi iddialarını yaşatmaya çalışmaktır.
Çünkü kelam, yalnızca bir nazarî sistem değil, bir kulluk çağrısıdır. Bu çağrıya boyun eğmek, benliği yere koymak demektir. Ama benliklerinden vazgeçemeyenler, vahyi reddedip filozoflara sığınır; orada özgürlük değil, kendi zanlarıyla oyalanmayı bulurlar.
Sonuçta bu kişiler, kendi akıllarına secde ettikleri hâlde Allah'a secde etmeyenlerdir. Her çöküşte yeniden aynı masalı anlatırlar ama masalın sonu her defasında aynı: boşluk, tutarsızlık ve inkâr.
Zira felsefe onlar için hakikati bulma aracı değil, vahye dayalı kelamın boyunduruğundan kurtulmak için bir sığınaktır. Fakat bu sığınak, temelsizdir. Çünkü her gelen filozof bir öncekini yıkarken, kelamcılar üzerinden asırlar geçse de hakikati ayakta tutmuştur.
Dolayısıyla felsefeye bu denli sarılmak, aklın rehberliğiyle değil, kalbin kibriyle alınan bir pozisyondur. Ve bu pozisyon, yıkılacak olanın altında kendini inatla tutmaya çalışmaktan başka bir anlam taşımaz.
Bu yüzden felsefî belirsizliklerin arkasına saklanmak, bilgiyle değil, kaçışla ilgilidir. Böyleleri hakikatin sorumluluğunu taşımaktan korkar, çünkü hakikat teslimiyet ister. Teslimiyet ise kibri yıkar. Ama kibri yıkmayan hiçbir fikir, insanı kurtaramaz. Dolayısıyla bu çaba, her çöken felsefeyle birlikte kendi iddiasını da beraberinde gömecek; bir sonraki çöküşün kurbanı olacak yeni bir boşluk doğuracaktır.
Netice
Felsefeyi öldürdüklerini sananlar, kendi kurgusal teorilerini ayakta tutamadılar. Bilim, kelamın öngördüğü gibi sadece bir vasıta, bir vesiledir; mutlak hakikat değil.
Söz, El-Hakk'ın kelamını anlayanlara; yani kelamın kendisinedir.
Yorumlar
Yorum Gönder