Elmalılı'nın Kelamî Tevhid Anlayışı ile Kuantum Fiziği Arasındaki Derin Örtüşme
İthaf
Bu yazı,
✅ Bilimi kutsayıp metafiziği küçümseyen,
✅ Kuantumu anlamadan kelamı modası geçmiş sanan,
✅ Vahyin derinliğini seküler akılla yargılayan
tüm sözde aydınlara
bir kelamî tokat, bir aklî ibret, bir de hikmetli tefekkür dersi olsun diye kaleme alınmıştır.
Râsihûn olanlara selam olsun;
gerisine de belki bir gün basiret nasip olur.
Giriş
Modern fizikteki en çarpıcı ve devrimsel yaklaşımlardan biri olan kuantum teorisi, özellikle "belirsizlik ilkesi"yle klasik nedensellik anlayışını kırmakta, madde ve varlığın mahiyetine dair derin sorular ortaya çıkarmaktadır. Bu sorular, yüzlerce yıl önce kelam alimlerinin ve mütefekkirlerin tartışma alanıydı. Özellikle Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirinde yer verdiği yaratma, ibdâ, teselsül, ilk fâil gibi kavramlar, kuantum fiziğiyle yüzeysel benzerliğin ötesinde derin bir hakikat ortaklığını ortaya koymaktadır.
Postmodern Bilimciliğe Kelamî Tokat
“Râsihûn”un Bakışıyla Modern Zırvalara Cevap
Biz bugün kelam ilmiyle kuantum fiziğini aynı potada eritip, varlığın en derin noktalarına dair hem aklî hem ilmî hem de metafizik hakikatleri ortaya koyarken; bazı postmodern kafalar hâlâ 19. yüzyıl pozitivizminin tortularıyla görünmeyen şeylerin fail olabileceğini, sebep-sonuç ilişkisini maddeye yükleyebileceklerini, hatta oluşun failini mahlûka atfederek Allah'ın açık kudret tecellilerini gölgelemeye çalışıyorlar.
Ama bilsinler ki:
🔹 Kuantum fiziğinin bile “determinist neden zinciri çöktü” dediği çağda,
🔹 Biz “teselsül bâtıldır” diyen kelamcıların öncülüğünde,
🔹 Görünen her kevnî ayetin ardında mutlak ve müstakil bir irade olduğunu gösteriyoruz.
Onlar hâlâ “elektron yaptı, doğa belirledi” diye mırıldanadursun,
Biz diyoruz ki: “Sen atmadın, Allah attı.”
Fail Allah’tır. Diğer her şey sadece vesiledir, görünüşte sebeptir.
Ve unutmasınlar:
“Allah, her şeyin yaratıcısıdır.”
Sebep de sonuç da yalnız O’nun kudretindedir.
Bu bağlamda Elmalılı'nın kelamî çözümlemeleri, yalnızca teolojik bir çerçevede kalmamakta, aynı zamanda fiziksel evrenin derin yapısına dair modern bilimsel sezgilerle de örtüşmektedir. Elmalılı'nın vurguladığı üzere, "ibdâ" yani yoktan yaratma, hem metafizik hem ontolojik düzlemde nedensellik zincirine radikal bir müdahaledir. Aynı müdahale, Heisenberg'in belirsizlik ilkesinde gözlemcinin evrende aktif bir rol almasıyla ortaya çıkar.
1. Elmalılı İçin Yaratma: "İbdâ" Kavramı
Elmalılı'ya göre yaratma, sadece bir varlığı şekillendirme veya dönüştürme değil, hiçbir örneği olmaksızın ortaya çıkarma, yani ibdâ ile gerçekleşen bir fiildir. Bu yaratma tarzı:
Ne maddenin içkin kuvvetiyle,
Ne de suretlerin taklidiyle açıklanabilir.
"Yok olan bir şeyin, kendi kendine var olması bir çelişkidir."
Bu ifade, Heisenberg'in belirsizlik ilkesindeki gibi, fiziksel gözlemin olmadığı bir durumda parçacığın fiilî olarak mevcut olmadığı fikriyle birebir uyumludur. Yani "varlık", kendiliğinden belirlenemez; bir failin iradesi gerekir.
İşte bu noktada Elmalılı'nın şu metni, hem kelamî hem metafizik hem de çağdaş bilim felsefesi açısından fevkalade önemlidir:
"Burada şunu iyi düşünmek gerekir ki, ibdâ'ın tarifinden anlaşıldığı üzere bediî bir eser demek gelecekteki bir örneği değilse de, geçmiş bir örneği olmayan benzersiz bir eser demektir. O, bir kanun, bir mukayese ile vücuda gelmez. İlk örnek onunla başlar, aynîlik, çeşitlenme, kanun ondan sonra meydana gelir. Bununla beraber, yokluğun kendi kendine var olması, zatı itibariyle yok olanın bizatihi var olması, yani bizzat olma (tekevvün bizatihi) mümkün değildir, bir açık çelişkidir. Yalnız maddi sebep, yani bilfiil yok olan, bir şeyin düşünce halinde bulunduğu bir asıl ve kaynaktan kendi kendine fiile çıkması veya yalnız sûrî (gösterişten ibaret) sebep, yani yok olan bir şeyin yalnız bir örnekten yine yapıcısız kendi kendine bir şekil kazanması veya her ikisi de yeterli değildir. Düşüncede gerek bulunsun, gerek bulunmasın, bilfiil mevcut olmayan herhangi bir şeyin var olması, herhalde bir yapıcı sebebe, yani onu fiilen icad edecek bir mûcide (icat ediciye) muhtaçtır. Ve ancak o zamandır ki, bizatihi tekevvün (kendi kendine olma) çelişkisi kalkmış olur. Bir fâilin maddî veya sûrî sebebe bir şey ilave etmesiyledir ki yeni bir varlık tasavvuru mümkün olabilir. Yoksa yine kendi kendine olma çelişkisi ortaya çıkar. Şu halde gerçek mânâsıyla yapıcı sebebi, yoğu var eden, vücûd yapan bir güç sahibi var demektir ki, gerek az çok bir örneği ihtiva eden bir asıl ve maddeden çıkarma ve yapma suretiyle olsun, gerek bununla beraber diğer bir örneği taklit etme şekliyle olsun, ikisinde de bizzat mevcut olmayan bir şeyi bilfiil var yapmak ve bundan dolayı varlığa yepyeni bir şey eklemek vardır. O halde maddî sebep ve görünüşten ibaret olan sebeb (illet-i sûriyye), yapıcı sebepten ihtiyaçsız olmadığı halde, yapıcı sebep gerçekte bunlara muhtaç değildir ve başlı başınadır. Bunun için olayların sonradan olmasında maddî ve sûrî sebep atılabilir ve fakat yapıcı sebep atılamaz. Ve gerçek yapıcı sebep fiilinde ne maddî sebebe, ne de görünüşten ibaret olan sebebe, kanuna, mahkûm ve muhtaç değildir. O maddesiz veya örneksiz, yahut hiçbiri olmaksızın da icad yapabilecek tek fâil, tek icadçıdır. Yani tam mânâsıyla yaratıcıdır. Fiilinde madde ve şekilde muhtaç olmayan yaratıcı fâilin eserine kendi zatından bir madde veya şekil ve örnek verdiğini farzetmek de çelişki olur. Demek ki hakiki yaratıcı, tam yaratma ile yaptığı ilk güzel eserini icad ederken ne kendinden bir parça ayırıp dışarı fırlatmak gibi bir değişim yapmış, ne de kendinden bir örnek edinip kendini taklit ve temsil etmiş olamaz. Zira değişim, maddî illetde; benzeyiş de sûrî illetde düşünülebilir. Halbuki yaratmada bunlar yok, ancak fâil ve fiil vardır. Şu halde yaratıcı fâile göre sebebin değişimi, ortaya çıkma, doğma, yok olma ve değişiklik yok, ancak bâkî olma ve fiil vardır. İlk mahlûkun yaratılmasından sonradır ki, maddî sebep ve sözde sebep düşünülebilir. Ve bunun için ilk yaratılmış eser olan ilk mahlûk ile yaratıcı fâil arasında ne bir ortaya çıkma ve ayrılma düşünülebilir, ne de zât ve sıfat bakımından fiilen bir ortaklık, bir hemcinslik, bir aynîlik bulunabilir. Madde ve misal böyle yaratılan ilk mahlûk ile başlar. Güçler, benzeyişler, kanunlar, türler, cinsler ona döndürülür. O, benzeyen ve benzemeyen şeylerin aslı ve kaynağıdır. Değişim ve benzeyiş, gelişme hep ondan sonradır. Ve ona eklenmiş olan her değişim, farklılık, yenilik, tekamül de yaratıcı fâilin baştan bir yaratmasıdır ki, buna "ol" emri denilir, eşsiz eserlere de "Allah'ın kelimesi" denilir. Bu şekilde gerçek fâil hiçbir dengi geçmeyen yaratma fiiline göre yaratıcı; örneği geçen ve o örneğe benzemekle beraber bir ayrılık ve farklılık ifade eden ve cüz'î yaratmayı içermiş olan fiiline göre de yapıcıdır. Maddî sebebi yaratması itibariyle var eden ve sözde sebebi yaratması itibariyle de tasvir eden (ressam)dir. Hâlik (yaratıcı) ve bâri (yaratan) isimleri de hepsinden geneldir. Yaratma (halk), var etme, icat (ibdâ) ve yapma (inşâ)dan daha geneldir. Ve unutulmamak gerekir ki bu yapmadaki çeşitli şekillere yakın benzerlikler hakiki fâile değil, örneği geçmiş olan ilk yaratığa benzeyiştir. Fâilin sanatı hepsinde yaratmadır. Hatta inşâ etmedeki benzerlik de O'nun yaratmasıdır. Hasılı küllî (tümel) veya cüz'i (tikel) bir yaratma olmadan hiçbir şey kendi kendine yoktan vücûda gelemez. Bunun için yaratma ve yaratıcı delilleri daima varlıkların değişik olmalarında, sonradan oluşlarında, yeniliğinde, hasılı yaratma noktalarındadır. Varlıkların benzeyişleri içindeki farklılık ve değişim ile cüz'î yaratılış noktaları, sırf yaratmanın ve yaratıcının varlığının delilleri, burhan ve kudretinin alametleridir. Varlıklara basiret gözüyle bir bakılacak olursa görülür ki, başlangıçta yaratmaya dayanmayan hiçbir şey bulunmayacağı gibi, sonunda da cüz'î yaratmaya dayanmayan hiçbir şey yoktur. Ve bunun içindir ki, varlıkların parçalarından hiçbiri tasavvurî ve temessülî ilim ile tamamen bilinemez, tam ayrıntılarıyla tarif olunamaz. Bilinirse görmekle bilinir veya bazı şekilleriyle düşünülür. Ve bunlardan toplamındaki mutlak yaratma derhal anlaşılır ki, bu bakış, gökler ve yer toplamına bir bakıştır. Ve bunun için burada doğrudan doğruya yalnız yaratmayı göstermek için "göklerin ve yerin yaratıcısı" buyurulmuş, "o ikisinde olanlar" diye içerikleri eklenmemiş, onlar daha sonra "her şeyi yarattı" ile gösterilmiştir."
Bu metin; yaratmanın, hiçbir maddî yahut sûri sebebe bağlı olmadan, yalnızca bir irade, yani Allah’ın "ol" demesiyle meydana geldiğini felsefi ve kelami kesinlikle ortaya koyar. Bu, kuantum fiziğinde gözlemin varlık üzerinde belirleyici olduğu fikriyle şaşırtıcı şekilde örtüşmektedir.
Ayrıca Elmalılı'nın açıkça dile getirdiği şu nokta; modern bilimsel düşüncede henüz yeni yeni sezilmekte olan bir gerçeğe parmak basar: Varlıkların sonradan meydana gelmesi, mutlak surette ilk bir yaratıcı iradeyi gerektirir. Yoksa ne teselsül ne de kendiliğinden oluş iddiası makul olabilir. Bu tespit, belirsizlik ilkesiyle ortaya çıkan "nedenin yokluğu" fikrinin, kelamî bir zeminde izahını sağlar.
2. Aristoteles'in Dört Neden İlkesi ve Fail Sebep
Aristo'nun meşhur "dört neden" teorisinde varlıkların oluşması için:
Maddî neden (ne ile yapılmış?)
Sûrî neden (nasıl bir biçimde?)
Gâî neden (niçin?)
Fail neden (kim yaptı?)
şeklinde dört açıklama gerekir. Modern bilim, çoğu zaman maddî ve sûri nedenle meşgul olmuş, gâî nedeni dışlamış, fail nedeni ise göz ardı etmiştir. Elmalılı ise özellikle bu noktada Aristoteles’in en önemli ve vazgeçilmez nedenini öne çıkarır: Fail Sebep.
Çünkü Elmalılı’ya göre:
“Düşüncede gerek bulunsun, gerek bulunmasın, bilfiil mevcut olmayan herhangi bir şeyin var olması, herhalde bir yapıcı sebebe, yani onu fiilen icad edecek bir mûcide muhtaçtır.”
Bu yaklaşım, Aristoteles’in de en güçlü şekilde savunduğu üzere, fail neden olmaksızın varlık kazanımının mümkün olamayacağı fikriyle birebir örtüşmektedir. Hatta Elmalılı bu anlayışı daha da radikalleştirerek, yalnızca fail nedeni değil, mutlak kudret sahibi ve zaman dışı bir yaratıcıyı şart koşar.
Modern fiziğin geldiği nokta, nedenselliğin kırılmasıyla birlikte bu failin zorunluluğunu daha da açığa çıkarmaktadır. Yani kuantumun gösterdiği “yasa dışılığı” ancak “kanun koyucu” ile açıklayabiliriz. Bu ise Elmalılı’nın fail sebep anlayışına doğrudan kapı açar.
3. Belirsizlik ve Teselsül: Neden Zincirinin Kırılması
Kuantum dünyasında nedensellik sürekliliği yoktur. Her olay, istatistiksel olarak değerlendirilir; determinist değil, ihtimaliyat temellidir. Elmalılı bu konuda kelam geleneğine dayanarak şu ifadeyi kullanır:
"Teselsül (sonsuz nedenler zinciri) mantıken muhaldir. Bir yerde zincir kırılmalı ve mutlak bir ilk fâil kabul edilmelidir."
Bu, kuantum fiziğinde "nedenin kaybolduğu yer" olarak görülen olaylarla birebir örtüşür. Bir kuantum olayının nihaî sebebi izlenemez; yalnızca sonucu gözlemlenebilir. O hâlde Elmalılı'nın yaklaşımı, bilimsel gözlemin sınırlılığına karşı ilahî failin zorunluluğunu vurgular.
4. Fiilde Mutlak Kudret: Failin Kanuna Mahkum Olmaması
Elmalılı der ki:
"Gerçek yapıcı sebep fiilinde ne maddî sebebe, ne de görünüşten ibaret olan sebebe, kanuna mahkum ve muhtaç değildir."
Bu söz, kuantumun temeline inildiğinde ortaya çıkan: "Kanun yoktur, yalnızca Allah'ın iradesi vardır" hakikatine denk düşer. Modern bilimin geldiği noktada, fiziksel yasa bile olasılıklı ise, bu yasanın varlığını sürdürmesi için kudretin devamlılığına gerek vardır.
Buradan çıkarılacak önemli bir sonuç da şudur: Kanun, failin iradesine bağlı bir sonuçtur; kendiliğinden işler değildir. Elmalılı'nın bu ifadesi, sadece kelamî bir yorum değil, aynı zamanda doğa felsefesi için de sağlam bir temel oluşturur.
5. Bilgi Sınırı: Gözlemle Bilinen Varlık
Kuantum teorisi, bir varlığın tüm bilgisine sahip olamayacağımızı söyler. Elmalılı da der ki:
"Varlıkların parçalarından hiçbiri tamamen bilinemez. Bilinirse ya görmekle bilinir ya da bazı şekilleriyle düşünülür."
Bu ise doğrudan Heisenberg’in belirsizlik ilkesine birebir örtüşmektedir. Çünkü kuantum düzeyinde, bir parçacığın konumu ile momentumu aynı anda kesin olarak bilinemez; varlık ya da hareket ancak ölçümle açığa çıkar. Bu durum, Elmalılı’nın "bilinemezlik" vurgusuyla aynı epistemolojik sınıra işaret eder: Mutlak bilgi, mahlûk için mümkün değildir. Çünkü bilgi, varlığın bizzat kendisine değil, yalnızca gözlemlenen yönüne dair elde edilir. Bu da bize gösterir ki, gözlemden bağımsız ve failin iradesi dışında bir bilgi tasavvuru hem ilmî hem kelâmî bakımdan geçersizdir.
Buradan şu önemli akademik çıkarım yapılabilir: İlmin sınırı, mahlûkun hudududur. Bilgi, mutlak anlamda değil, Allah'ın izin verdiği ölçüde mümkündür. Bu da epistemolojik olarak vahyin bilgi kaynağı olmasını zorunlu kılar.
6. Vahyin Bilgisi Bilimin Ötesindedir
Elmalılı, kuantumu bilmezdi. Lakin şu özelliklere sahipti:
Kelam geleneğine vâkıftı,
Kur'an'ın yaratılış düzenini anlattığı ayetleri derinlemesine anlardı,
Aklın sınırlarını ve Allah'ın kudretini ayırt edebilecek bir basiret sahibiydi.
Dolayısıyla, modern bilimin yeni yeni kavradığı 'fail olmadan varlık olamaz', 'maddî olmayan bir kaynaktan madde ortaya çıkar' gibi fikirleri, Elmalılı ve kelam geleneği asıröncesinden öne sürmüştü.
Bu da göstermektedir ki, vahiy kaynaklı bilgi, deney kaynaklı bilgiden önce gelir ve onu yönlendirir. Kelamcıların yaptığı tam da budur: Aklı, Allah’ın vahyine tâbi kılarak eşyanın hakikatini anlamaya çalışmak.
Sonuç
Modern bilim, henüz fiziksel gerçekliğin sınırlarında dolaşırken, Elmalılı gibi mütefekkirler vahyin aydınlatmasında hakikatin merkezine işaret etmiştir.
Kuantum, aklın sınırlarına; Elmalılı ise yaratıcının mutlak fiiline vardırmıştır. Bu da bize gösterir ki:
Fizik yaratılışı anlatamaz; yaratılış fizik ötesi bir fiildir.
Ve bunu en önce anlayanlar, fiziği aşan kalplerin sahipleri olmuştur.
Elmalılı'nın ibdâ kavramı üzerinden yaptığı teolojik analiz, çağdaş fiziksel ontolojinin en temel sorularına cevap verebilecek derinliktedir. Bilhassa metafizik ve epistemoloji alanında çalışanlar için, bu tür metinler, İslam düşüncesinin çağları aşan gücünü ve vahiy merkezli bir evren tasavvurunun felsefî üstünlüğünü kanıtlamaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder