İhlas Suresinin Elmalılı Tefsirinden;
Fahreddin Razi de demiştir ki: Burada هُوَ ، اَللّٰهُ ، اَحَدٌ hüve, Allah ve ehad olmak üzere üç lafız vardır. Herbiri taliplerin makamlarından bir makama işarettir. Birinci makam, mukarrebin makamıdır ki, Allah'a gidenlerin makamlarının en yükseğidir. Bunlar ki, varlıkların varoluş açısından tek tek mahiyet ve hakikatlerine bakmışlar, Allah'dan başka bir mevcud görmemişlerdir. Çünkü lizatihi varlığı vacip olan ancak Hak Teala'dır. O'ndan başkası lizatihi mümkündür. Lizatihi mümkün olan da varoluş açısından tek tek mahiyetine bakılınca ma'dumdur, yani yok hükmündedir. (Bu ifadeye iyi dikkat etmeli, vahdet-i vücud diye mümkinattan ibaret olan kainatı vacibu'l-vücud gibi görmek isteyen panteistlerin küfür ve ilhadına düşmekten sakınmalıdır. Mümkinat var olmak için sebebe ve illete muhtaçtır. Varlığı kendi özünden gelmeyen şeyler haddizatında kendi başına kalınca yok demektir. Onun için ألاَ كُلُّ شَيءٍ مَا خَلاَ اللّٰه بَاطلُ "Dikkat! Allah tarafından yaratılmış olan herşey yok olmaya mahkumdur, batıldır.") Bundan dolayı onlar akıl gözleriyle Hak Sübhanehu ve Teala'dan başka var olan görmezler. "Hüve" mutlak anlamda bir işarettir. Fakat işaret mutlak olsa da işaret olunan (yani müşarunileyh) belli ve muayyen olunca, o mutlak o muayyene ait olacağından, sözkonusu mukarrebin nazarında هُوَ denilince Hak Sübhanehü ve Teala'ya işaret olur ve onlar hakikatte iki mevcut görmediklerinden dolayı 'O' demek, onlar için tam ve yeterli bir bilgi demek olur. (Fahru'r-Razi, a.g.e., XXXII, 179.)
...
Tevhid'in üç mertebesi vardır:
Birincisi " Tevhid-i Zat" mertebesidir. Bu istihlak makamıdır, "Fenafillah" makamıdır ki, Allah'dan başka mevcut yoktur. Var zannedilenlerin hepsi fani olur da yalnızca bir tek zatullah (Allah'ın zatı) baki kalır لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ اللّٰهُ "Allah'tan başka mevcut yoktur."
İkincisi: "Tevhid-i Sıfat" mertebesidir ki, müteferrik olan her kudreti O'nun kudretinin şümulünde, her bilgiyi O'nun ilm-i kamilinde yok olmuş görmek ve hatta her kemali O'nun kemalinin nurundan bir lem' a görmek demektir.
Üçüncüsü: "Tevhid-i ef'al" mertebesidir ki, bu da varlıkta Allah'dan başka gerçek etki sahibi olmadığına ilme'l-yakin, "ayne'l-yakin" veya "hakka'l-yakin" olarak inanmaktır.
...
لَمْ يَلِدْ O doğurmadı. Yani kendisinden ve kendi zatından bir parça çıkarmadı. Allah ne baba, ne de ana değildir. Mitoz (eşeyli) ve amitoz (eşeysiz) yolla üremiş, doğurmuş ve çoğalmış değildir. Çünkü doğurmak, onda ona benzer yeni bir parçanın teşekkül etmesi ve sonra da ondan ayrılması yoluyla olur, böyle bir durumu gerektirr. Bu ise onun zatında bir taraftan terkibi, bir taraftan hudus ve ihtiyacı, değişmeyi, bölünmeyi gerektirir. O da sonuçta faniliği, yani bir süre sonra yok olmayı gerektirir. Çünkü doğuran parçalanır, parçalanan yok olur. Doğurduğu şey de sonuçta aynı duruma düşer. Doğurmak zaten bizzat baki kalamayacak olan faniler içindir ve nevin devamıyla ilgilidir. Bundan dolayı doğurmak, kendi yerine kalacak evladı ve nesli olmak, faniler açısından bir ihtiyaç ve istenen bir amaç olsa da zatında her kemali toplamış olan, ehad, samed ve vacibu'l-vücud özellikleri taşıyan bir ilah olan Allah Teala hakkında bu bir kemal değil, tam aksine bir eksiklik, bir kusur olur.
Bütün bunlar Allah'ın ehadiyyetine ve samediyyetine aykırı olan ve ters düşen şeylerdir. Allah Teala ehad ve samed olduğu için bölünmez, parçalara ayrılmaz. O'ndan ne bir bölüm, ne bir cevher, ne bir öz, ne bir madde kopup ayrılmaz, O'nun varlığının cinsi, benzeri ve nevi olmaz. Hiçbir şeye olmadığı gibi, üremeye de ihtiyacı bulunmaz. Çünkü hiçbir şekilde ihtiyacı, eksiği gediği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan mümkünattan herbiri, O'nun dilemesi ve yaratmasıyla meydana gelir. "Ol!" demesiyle olur. Bu O'nun öz varlığından, zatından bir parça kopup çıkmak suretiyle O'ndan sudur ve tevellüd etmiş, O'ndan üremiş demek değildir. O'nun yaratması yoğu var etmek, ibda' ve icad etmek şeklinde olur: اِذَا قَضٰى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ "O bir işin olmasını murad edince, ona ol der, o da hemen oluverir." (Bakara, 2/117) Gerçekten de mümkün olan varlıklar illetsiz ve sebepsiz olarak hiç yoktan meydana gelmez. Nitekim Tur Suresi'nde اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَئْ اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ "Yoksa hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar, yoksa kendileri mi yaratandırlar?" (Tur, 52/35) buyurulmuştur. Onun için varlıkta herhangi bir değişiklik ve hudus, gerek gelişmeye veya tekamüle, çoğalmaya, gerek azalmaya ve gerilemeye doğru herhagi bir değişme, zaruri olarak bir sebebe, bir illete delalet eder. Her hadis yani sonradan olmuş olan herşey belli bir illete bağlı olarak meydana gelir. Mutlaka onu yapan ve meydana getiren bir yapıcıya muhtaç olur. İlliyet, yani sebeplilik (nedensellik) kanunu denilen bu kavram her aklın özünde yer almış bulunan ilk temel ilkelerden biridir. Aklın zorunlu ilkelerindendir. Bundan dolayıdır ki akıl yürütmeler, ilimler ve fenler her olayda bir sebep (illet-i failiyye) araştırır. O olayı bir sebebe dayandırmadan kabul ve idrak edemez. Hakiki yapıcı illet ise o illete dayalı olarak meydana gelecek olayı doğurmaz, yok iken onu ibda' ve ihdas eder, yaratır. Zira her şeyden önce bir yaratma ve ihdas olmadan südur ve üreme, bölünme ve öğelerine ayrılma mümkün olmaz. Her üreme ilk başta bir ibda'a, yoktan var etmeye bağlıdır. Doğanı doğuracak hale getiren, onda doğacak olan parçayı meydana getirip yetiştiren, doğuma sevkeden yaratandır. Doğuran gerçek illet değildir, doğumun mahalli, geçit yolu ve aracı, daha doğrusu geçici sebebidir.
Yorumlar
Yorum Gönder