Ana içeriğe atla

Fatiha Suresinde de geçen Hamd, Rab, Alem kavramlarının Ömer Nasuhi Bilmen ve Elmalılı Hamdi Yazır Tefsirlerinden Açıklamaları


"Hamd"
§ "Hamd"; Güzel bir zikirdir, güzel bir halden, bir nimetten dolayı saygı yoluyla şükür ve senada bulunmak demektir. Cenâb-ı Hak bütün mahlukatı luftuyla vücude getirmiş, onlara nîmetler, kâbiliyeler vermiş, özellikle insanlara peygamberler, kitaplar göndermiş, kendilerini hidâyet ve saadet yollarına davet buyurmuş olduğundan, bütün varlıkların hamd ve övgüsüne layıktır.

Hamd

Tahlil Ve Te'vil (Analiz ve Yorum): اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ "Hamd Allah'ın" Hamd, isteğe bağlı yapılan bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir iyiliğe karşı gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Kısmen medih, kısmen teşekkür ile birleşen bir övgü, bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya övülen olmak, ciddi bir övücülük veya övülücülük hülasa bu anlamları kapsayan güzel ve ciddi bir sözdür. Arapça'da hamd kelimesi bu manaların hepsi için kullanılır. Fakat Türkçe'de çoğunlukla masdar ismi olarak kullanılır. Diğer kiplerde hamd etmek veya edilmek, hamdediş veya ediliş, hamd eden veya kendisine hamdedilen, hamidiyet (hamd etmek niteliği), mahmudiyet (övülmeye değer olmak) denilir ve bugünkü dilimizde bunun öz Türkçe olan bir eşanlamlısı yoktur. Şükür de böyledir. Türkçe'de bir övme var ki, o da methetme ve sena (övme) ile eşanlamlıdır. Hamd ise medh ile şükür arasında bir nevi övme ve özel bir medihtir. Çünkü medih, canlılığı ve istediği gibi hareket etme yeteneği olana da olmayana da yapılır. Mesela güzel bir inci ve güzel bir at övülmüş olabilir. Fakat onlara hamdedilmez. Hamd, inci ve atı bağışlayan, istediğini yapmakta serbest olan Allah'a yapılır ve hatta onun lütfuna, ilmine yapılır. Fakat vücut güzelliğine yapılmaz. Ayrıca medih, bağıştan önce de ondan sonra da yapılabilir. Hamd ise kesinlikle bir iyilikten sonra yapılır. Şu kadar var ki, onun hamd edene ulaşmış bir iyilik olması şart değildir. Şükürde ise bu da şarttır. Çünkü şükür, gelmiş olan bir nimete sözlü veya fiili veya kalp ile nimeti verene saygıda bulunarak ona karşılık vermektir. Yalnız fiil veya kalp ile yapılan şükür, ne medihtir, ne hamddır. Fakat dil ile sözlü olarak yapıldığı vakit hem hamd, hem de medh olur ve bu hamd, minnettarlığın başıdır. Bundan dolayı hamd, medihten genel olarak daha hususi (özel)dir. Şükürden de bir bakımdan daha genel ve bir bakımdan daha özeldir. Her hamd, medihdir. Fakat her medih hamd değildir. Sonra bazı hamd, şükür (minnettarlık) ve bazı şükür hamd olmakla beraber şükür olmayan hamd, hamd olmayan şükürler de vardır. Demek ki medih, gerçeğe göre boş bir ümidin itmesi ile kuru bir yalandan, mücerred bir dalkavukluktan ibaret kalabilirken hamd ve şükür daima gerçeğe uygun bir doğruyu ifade ederler. Hamd, delile dayanan haklı bir ümidin sevinci ile veyahut minnettarlık gibi gerçekleşmiş bir nimet içinde bulunarak rahat etmenin mutluluk zevki ile yapılır. Hamd verdi, verecektir gibi geçmiş ile gelecek arasında dönüp dolaşan bir sevinç durumundan, şükür ise işte verdi gibi gerçekleşen bir geçmiş nimete ulaşma zevkinden ileri gelen bir mutluluğu ilan etmektir. Bunun için hamd ve şükür tamamen meşru ve ahlaka uygun oldukları halde medih genellikle ahlaka uygun değildir. İslam'a göre yasaklanmış ve yerilmiş de olabilir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: اَحْثُوا التُّرَابَ فِى وُجُوهِ الْمَدَّاح۪ينَ "Övmeyi meslek edinenlerin yüzlerine toprak saçınız."(Müslim, Zühd ve'r-Rikak, 69; İbn Hıbban, es-Sahih, VII, 510.) buyurmuş. Halbuki مَنْ لَمْ يَحْمَدِ النَّاسَ لَمْ يَحْمَدِ اللّٰهَ "İnsanlara hamd etmeyen kimse Allah'a da hamd etmez." (Tirmizi, Birr, 35; Ahmed b. Hanbel, II, 258; III, 32.) hadis-i şerifi ile mutlak surette emredilmiş olduğunu göstermiştir. Mirac hadislerinde de Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti حَمَّادُونَ "Çok hamdedenler" ünvanı ile lakablandırılmışlardır. Hamd ile şükürde esas maksat nimeti verendir. Medihte ise nimeti hayal etmektir. 
Hamd ve şükür; ikisi de hak ve hakikat sevgisi ile gönlün sevinçle dolması ve bundan dolayı ahlaka uygun olmakla beraber hamdde sevinç ve arzu manası, şükürde ise içten bağlılık ve dostluk manası daha açık bir şekilde bulunur. Ve bu şekilde şükür (minnettarlık), gerçekleşen bir geçmişin ululama hatırası olduğundan dolayı daha zor, yapanları daha azdır. Çünkü varlığın akışı hep geçmişten geleceğe yönelik olduğu için insanlar yaratılıştan geleceğe meyillidirler. Şüphesiz bu meyletmenin içine korku bulaşmış bir ahiret çekimi yerleşmiştir. 
Gerçekten insanlar daha fazla ileriyi görsün diye gözleri ön tarafa bakacak şekilde yaratılmıştır. Fakat böyle olması yolda giderken geldikleri başlangıç noktasını geçip arkada bıraktıkları kısmı unutmak için değildir. Onun hatırında kalan şeylere ve hafızasının doğruluğuna güvenildiği içindir. Bundan dolayıdır ki boyunlar gerektiğinde o hatıraları yenilemek için öndeki gözleri arkaya çevirip baktırabilecek şekilde hareket eden bir eksen halinde yaratılmışlardır. Bir gelecek yolcusu için bu yaratılışın büyük bir uyarıcı önemi vardır. Demek ki, hafızası bozuk boyunları hareket etmeyen yolcuların yalnız ileriye dikilmiş olan gözleri, şeytanın baskısından korunmak için birer kurtuluş vasıtası değildirler. Halbuki gafil olan insanoğullarında bu durum ağır basmaktadır. Dalkavukluk düşüncesi ile bir kuruntu halindeki ümit üzerinde (bazı kimseleri) çok metheden nice yaratıklar görülegelmiştir ki onlar, gayelerini elde ettikleri ilk andan itibaren bir nankör kesilmişlerdir. Bunu farkeden bazı düşünürler -bunlardan biri de müellifin zamanında yaşayan Fransız Güstav Löbon'dur- insanlar üzerinde hayalin, gerçekten daha fazla bir egemenliği olduğu sonucuna varmışlardır. Fakat bu görüş doğru değildir. Çünkü hayalde görülen o egemenlik, gerçeği temsil edebilmesinden dolayıdır. Yoksa hayale hayal diye sarılan kimse görülmemiştir. Bundan dolayı asıl egemenlik hayalin değil yine gerçeğindir. Gerçek öyle etkilidir ki yalnız yakından değil, uzaktan hayal yoluyla bile etkisini gösteriyor. Fakat sevgiliye ulaşmanın öyle şaşırtıcı bir etkisi, kendisinden geçip dünyayı unutma durumu vardır ki bunda gerçek, kendisinden başka herşeyi siliverir ve bizzat gerçekçi olmayanlar ona dayanamazlar ve bunun için insanoğlu onu, kendisinden ziyade karşısında gördüğü zaman ona değer verir. Güneş doğunca göz kamaşır ve izlenim süzülüp kalpdeki his cepheye dikilmeyince insan onu göremez. Bundan dolayı bilinçli bir hakikat adamı olmak zordur ve tam bir müslüman olmak çok zordur. Çünkü varlığını Hakk'ta kaybeden Hz. Ömer el-Faruk (r.a.) Efendimiz مَا تَرَكَ الْحَقُّ لِعُمَرَ مِنْ صَدِيقٍ "Hakk, Ömer'e dost bırakmadı." (el-Acluni, Keşfü'l-Hafa, II, 239 (2198).) dediği zaman bu zorluğu anlatmak istemiştir. Şükür ise böyle hakikat sahiplerinin alameti olduğundan وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِىَ الشَّكُورُ "Kullarımdan şükreden azdır." (Sebe, 34/13) buyurulmuştur.

Bununla beraber, diğer taraftan "hamd"de saygı ve değer verme manası daha yüksektir. Çünkü bunda, meydana gelen bağış, hamd edene ulaşmadığından dolayı bir taraftan daha fazla hakka bakan maksatsız bir saygı karakteri vardır. Diğer taraftan o bağışa kavuşanların sevincine katılmayı ifade eden bir kardeşlik duygusu ve kendi hakkında henüz ulaşmayanı ulaşmış saydıran bir takdir payı vardır. Bir bu, bir de şükrün kısımlarında kalb işinin, gizli bir iş ve organların fiillerinin ihtimalli olması, şükür çeşitlerinin en mükemmelinin, yine dil ile yapılan hamd olmasını gerektirir. Gerçekten Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz اَلْحَمْدُ رَاْسُ الشُّكْرِ مَنْ لَمْ يَحْمَدِ اللّٰهَ لَمْ يَشْكُرْهُ "Hamd, şükrün başıdır. Allah'a hamd etmeyen O'na şükretmemiş olur." (Feyzü'l-Kadir, III, 418; Deylemi, Firdevs, II, 155 (2794).) buyurmuştur.

Bu şartlarla dil ile yapılan medih zikirler ile yad etmeler, saygı ifade eden lafızlar, özel saygılar hep hamddırlar. Hamd kelimesi de saygı ifade eden bu kelimelerin hepsinin manasına uygun olduğundan "hamd olsun" denildiği zaman bütün bu saygılara yaraşır bir iyilik veya bağışlama karşısında bir mutluluk sevinci ve bir bahtiyarlık duygusu ilan edilmiş olur ki bu, bir taraftan o iyilik ve bağışlamanın seçkin sahibini övmek, diğer taraftan da hakkıyla o mutlulukla övünmek manalarını ifade eder. Ve her iki bakımdan da şeriata pek uygun ve ahlaka çok uygun bir iyiliktir. Çünkü nimeti anlatma, böbürlenmeden ileri gelen bir gurur değil, nankörlüğü ortadan kaldıran büyük bir erdemliliktir. Daha doğrusu hamd, herkesin ermek istediği fakat pek az kimsenin erebildiği en yüksek bir olgunluk gayesidir. Çünkü insanlık açısından bütün mutluluklar iki kelime ile özetlenebilir: Tena'üm (nimet ve bolluk içinde bulunma) ve in'am (nimet verme).

Nimet ve bolluk içinde bulunanlar ancak refah içinde bulunduklarını his ve takdir ettikleri zaman hamd ederler. Çünkü mutluluk, refah içinde bulunmanın kendisinde ve niceliğinde değil, niteliğinde yani refahın zevki takdir edilip hissedilmesindedir. Zaten bolluk içinde bulunmanın manası budur. Ve ne vakit mutluluk zevki hissolunur ve coşarsa dilden hamd çıkar ki bu makam, hamd etmek makamıdır. Nimet verme makamında bulunanların mutluluğu da yalnız nimet vermede değil, verilen nimetin değerini bilecek ve zevki ile mutluluk duyacak, layık olan yere ulaştırmasında ve ulaştığını açık delil ile görmesindedir. Bu delil ise hamd edenin hamdidir. Bundan o ulaştırma ve ulaşmayı seyretmekteki zevk de kendisine hamd edilenin mutluluğunu meydana getirir. Ve biz biliriz ki, nimet verme makamı, nimete erme makamından üstündür. Bundan dolayı mahmudiyet (kendisine hamd edilmeye layık olma) makamı rütbelerin en mükemmeli ve hedeflerin en sonudur. O halde bu makamın mutluluğu da en büyük mutluluktur. Bu mutluluğun zevkindeki coşma da haydi haydi bir hamd ile sonuçlanmayı gerektirir. Hamd etmeye layık olana hamd etmek demek olan bu hamd ise nimeti artırmaya ve dolayısıyla fazla hamdetmeye ve hamdedilmeye sebep olur. Bu şekilde hamd etme makamında, refah içinde bulunan kimsenin hamd etmeye devam etmesi, kendisine hamd edilme makamına yükselmesine ve mahmudiyet makamında nimet vericinin hamd etmeye devam etmesi de kendisine hamd edilmenin sınırsız katlanmasına sebep olur ki لَئِنْ شَكَرْتُمْ لاَزِيدَنَّكُمْ "Andolsun şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım." (İbrahim, 14/7) buyurulması bundandır.

Şu halde yukarıya doğru ilerlemede hamdin sırası ile en yüksek rütbeleri şunlardır:

1- Hamidiyet (hamd etmek), 

2- Mahmudiyet (övülmeye değer olmak) 

3- Hamidiyet ve mahmudiyet 

4- Mahmudiyet ve hamidiyet.

Bu son derecede Allah'a ait tecellilerden (lütfuna erme) birini görürüz. Burada etkilenmeyi ifade eden insana ait manaları ortadan kaldırmakla övülmeye değer ve hamdetmeyi biraraya toplayan hamid (çok hamdeden), mahmud (övülmeye değer olan), hamid (hamdeden) gibi Allah'ın güzel isimlerinin tecellisini görmemek nasıl mümkün olur? Bu olmasa idi onlar nereden gelirdi? Sonra "Şifa-i Şerif" kitabında açıklandığı üzere Hamid ve Mahmud, Ahmed ve Muhammed gibi yüce Peygamberimiz'in mübarek isimlerindendir. Gerçekten Makam-ı Mahmud (en yüksek şefaat makamı) bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz'e va'd olunan ve onu hamd etme makamından hamd edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir makamdır ki, büyük şefaat makamıdır. Bu makamda "livaü'l-hamd" (sancağı) onun sağ eline teslim olunmuştur. Ahirette Makam-ı Mahmud'un bol şefaati iledir ki, Livaü'l-hamd altında toplanacak olan ümmet, Allah'a hamd etmelerinden paylarını alacak ve cennet ehlinin dualarının sonu da اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ "Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun." şeklınde olacaktır. Nitekim Kur'an'da:وَاٰخِرُ دَعْوَاهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ "Onların dualarının sonu da alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun." (Yunus, 10/10). Sözüdür, buyurulmuştur.

Böyle hamd etme ve övülme vasıflarını toplayan Allah'ın dostunun, Ahmed olması ve Muhammed olması, işte hamdin bu toplayıcı ve birleştirici derecesini dile getirir ve gerçekten lafız ve mana itibariyle hamdin esası Muhammed (s.a.v.)'e ait bir gerçektir. Ve bu gerçeğin başlangıç ve sonuç itibariyle Allah Teala'ya ait olması da gerçeklerin gerçeğidir.




"Rabb"
§ "Rab", ismi şerifi de sahip, yöneten ve ıslah eden mânâlarını ifade ettiği gibi bütün varlıkların yaratıcısı terbiye edicisi ve besleyicisi mânasını da içermektedir. İşte bütün mahlukatın terbiye edicisi yaratıcısı ve eğiticisi de Allah Teâlâ'dan başkası değildir.

Rabb
"Rabb" kelimesi " terbiye" kelimesinden türemiştir. Terbiye ise, başkasının işlerini ıslah etmek ve durumunu gözetmek demektir. Herevî şöyle der: Bir şeyi ıslah eden ve tamamlayan kimse hakkında: "Onu ıslah etti." denilir. Allah'ın kitaplarını koruyan kimselere verilen "Rabbaniyyun" ismi de bu kökten gelmektedir.[1]

"Rabb" kelimesi mâlik (sahip), muslih (ıslah eden), mabud, kendisine itaat edilen efendi gibi birçok mana­da kullanılır.

Rabb, terbiye manasına gelen bir masdar olduğu halde, mübalağa maksadıyla terbiye edene isim olarak verilmiştir. Masdarına da "rubûbiyet" denilmiştir ki, "çok adaletli" "addele" (adaletin ken­disi) denilmesi gibidir.

İşte bu mübalağa manasın­dan dolayı "rabb" yalnız terbiye eden ile eş anlamlı değil, aynen, "terbiye" gibi olan ve bundan do­layı zorla ele geçirme, üstün gel­me, ihsan, idaresi altına alma ve tasarruf etme, öğretme, yol gös­terme, teklif, emir ve yasak, teş­vik, korkutma, gönlünü alma, azarlama gibi terbiye için gerekli olan bütün şeylere sahip, kuvvet­li, mükemmel ve kusursuz olan bir terbiye edici demek olur. Bun­dan dolayı sahip ve malik mana­sına da gelir.

Örneğin ev sahibine "rabbü'd-dâr", bir sermayenin sahibi­ne "rabbü'1-mâl" denilir. Bu te­rimde yalnızca sahip ve malik manalarından daha ziyade mana­lar vardır. Çünkü, mudârebe/kâr ortaklığı ve selem /peşin para ile veresiye mal alma gibi alış-veriş işleri ile ilgili olduğu için sermaye sahibine "rabbu'1-mâl" denilir. Bundan dolayı mutlak anlamda "rabb" denildiğinde, yalnızca sahib veya yalnızca terbiye manala­rı değil, ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip olan, tü­kenmez kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır.

Bunun için, Allah'tan başka­sına ait olduğunu belirten bir iza­fet tamlaması yapılmadan başka­ları için tek kelime olarak "rabb" denilemez. Tam tanınmışlığı ifade eden "er-Rabb" ve genel mana ifade eden "rabbu'l-âlemîn" gibi izafetler Allah'tan başkası için as­la kullanılamaz..

Şu halde "rabb", "rubûbiyyet" denilince, anlayacağımız ma­na, sonsuz kuvvet ile idaresi altı­na alan tedbir ve terbiye edendir. "Rabb", terbiye, bir şeyi basa­mak basamak, yavaş yavaş olgun­luğa ulaştırmaktır ki, bunun alameti seçme ve olgunlaşma olur. Alemlerin her kısmında ise terbi­ye ve olgunlaşma kanunlarının hareketi, her an ve her saniye gö­rünüyor. Bundan dolayı böyle sonsuz bir gücün Allah'a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak okunmaktadır.

Rabb kelimesi terbiyeden gelir. Terbiye ise, bir şeyi kemâline ulaştırıncaya kadar yavaş yavaş geliştirmektir.[2] Kur'ân'da yaklaşık 846 âyette geçer. Kur'ân'ı Kerim nazil olduğu dönemlerde bu kelime, Arapçada itaat olunan efendi, her hangi bir durumu düzelten kimse, bir şeyin maliki gibi anlamlarda kullanılıyordu. Kur'ân ise bu kelimeyi, o dönemde kullanılan manaya yakın olarak benzeri olmayan efendi, verdiği nimetleriyle yaratıkları ıslah eden, yaratma ve emretmenin sahibi anlamlarına kullanmıştır.[3]

Burada şunu belirtmek gerekir ki; Rabb kelimesinin mutlak ve marife olarak kullanımı sadece Allah içindir. Fakat bunun Kur'ân'da "er-Rabb" şeklinde hiç geçmemiş olması dikkat çekicidir. Allah'tan başkaları için ise, muzaf olarak kullanılması caizdir. Öte yandan bu kelime Kur'ân'da 970 kez kullanılarak, Allah (c.c) lafzından so a en çok isti'mal edilen lafızlardan olmuştur.[4]

İbn Fâris "râ" ile "bâ" harflerinin bazı esaslara delâlet ettiğini söylemektedir. Ona göre bu esaslar şunlardır:

1- Bir şeyi ıslah etmek ve onun üzerinde kâim olmak. Bu tanıma göre "rabb"; malik, yaratıcı, bakmak, büyütmek, gözetmek ve istediğini yapabilmek, yaptırabilmek, sahip olmak manalarına gelir.[5] Bir şeyin ıslah edilmesi ve onun neticeye götürülmesi için gerçek manada ona sahip olmak gerekir. Eğer gerçekten "rabb" ve yaratıcı olmasaydı bu mümkün olmazdı.

2- Bir şeyin gerekli ve devamlı olması. Bu da gösteriyor ki; Rablığın bir özelliği de bir şeyi kemâline erdirmek için, ona gerekli olan malzemeyi temin etmek, sorumluluğunu yüklenmek ve onu sürekli yapmaktır.[6]

3- Bir şeyi diğerine ilave edip bağlamak.[7] İbn Fâris'in bu üç esasının birleştiği anafîkre göre "Rabb'ın", tertip etmek ve düzgün bir vaziyet kazandırmak manalarını ihtiva ettiği görülmektedir.

Câhiliye şiirinde "rabb" kavramı çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Bunlar kısaca şöyledir.

1- Mesuliyetini yüklenmek, ıslah etmek ve koruyup gözetmek anlamında Alkame b. Abede'nin şu beytinde görül­mektedir:

"Ben şu anda işlerimin ıslahını sana bıraktım. Senden önce birçok kefiller benim işlerimi üzerlerine aldılar da hiç bir şeyi ıslah edemediler."[8]

Üstünlük, efendilik, başkanlık ve sözünü geçirmek manasında Lebîd de şöyle demiştir:

"Bir gün (kadınlar) Kinde'nin reisini ve oğlunu, Me'add'ın reisini, vadi ile dağ arasında helak ettiler."

3- Malik olmak, sahip olmak manasını el-A'şâ'nın şu beytinde görmekteyiz:

"Kimi zamanlar gafletinden yararlanmam sebebiyle evin sahibini geçiyorum. Bazen de o bana karşı çekingen davranıyor. So a da bana sığınmıyor."[9]

Rabb hususunda Kur'an'ı Kerim çok hassas davranır. O, bu tutumuyla adeta müşrik Araplara, Cenab-ı Hakk'ın, tanıdıkları ve ikrar ettikleri "rubûbiyet" sıfatlarından yakla­şarak, üzerlerinde bunca hakkı bulunan Allah'ı bırakıp, hiç hakkı olmayan hayali şeylere tapmanın manasız ve haksızlık olduğuna dikkat çekmek suretiyle vicdanları uyandırmak ister.[10]

Kur'ân'ın nüzulünden önce müşrikler her ne kadar Allah'ı tanıyorlarsa da, O'nun yanı sıra, şefaatçiler olarak bir çok rabler edinmişler ve uluhiyetin ihtiva ettiği anlamı büyük ölçüde Allah'tan alarak, kendilerinin uydurdukları sözde tanrılara vermişlerdi. Halbuki "rabb" vasfı, taşıdığı asıl mana itibariyle ancak O'na ıtlak edilmeliydi. Çünkü Allah mefhumu, gerçek rubûbiyet vasfı verilmediği takdirde, fonksiyonlarını yitirmiş uzak bir hatıra şeklinde zihinlerde kalıverir.[11]

R harfini b harfine vurmakla, devamlılık ve eklemek anlamı meydana gel­mektedir. Aslında kelimenin anlamı ıslahat (düzeltmek), sarılmak ve eklemek­tir. Düzeltmek, sarılmak ve eklemek manalanyla bu kavram, eğitim manasını içermektedir. Eğitim faaliyetinin olduğu yerde düzelme, benimseme ve geliş­me vardır. Sarılma benimsemeyi, ekleme de gelişmeyi ifade etmektedir.

"Rabbe" fiili sözlükte hakim olmak, sahip olmak, kontrol etmek, bes­leyip büyütmek, yetiştirmek manalarına gelir.

Bazıları terbiye kelimesini rab'den türetmektedir. Reba fiilinin masdan terbiye'dir, ama rab kelimesinin masdarı terbiye değildir. Reba 'artış' manasına gel­diği için, faize riba denmektedir. Rab ile riba, 'artma' manasında buluşmaktadır. Onun için 'terbiye'nin rab'den geldiğini söylemektedirler.

Rab kelimesinin Kur'an'daki manaları:

1- Yaratma:

Halik (yaratıcı) sıfatı, Allah'ın rab sıfatı içinde yer almaktadır. "Alemlerin rabbi" ifadesinin birincil manası, "alemlerin yaratanı"dır. Rab kelimesinin ya­ratma manasına geldiği -Hz. Yusuf un lisanından- şöyle dile getirilmektedir:

"(Rabbim! Bana iktidar bahşettin ve hadiselerin tevilini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan!" [12]

Burada rab kavramının içine (fatır=yaratıcı) sıfatını koymuştur. Şu ayetler de bu anlamdadır:

"Firavun, 'Rabbiniz kim ey Musa' dedi. Musa da, 'Rabbimiz herşeyi yaratan ve sonra da hidayet edendir' dedi."[13]

Ayetlerden anlaşılacağı gibi Firavun rabb'ın ne anlama geldiğini sormuş, Hz. Musa da Rabbi tanımlarken; "Her şeyi yaratan ve doğru yolu gösteren" demiştir. Böylece rab kelimesinin içine hâlıklık (yaratıcılık) sıfatını da koymuştur. Hidayet eden, yani doğru yolu gösteren demekle de, rabbin eğiticilik manasına işaret etmiştir.

Firavun'un bu sorusu şu ayette de geçmektedir:

"Firavun dedi ki: "Alemlerin rabbi dediğin de nedir?" Musa cevap verdi: "Eğer işin gerçeğini düşünüp anlayan kişilerseniz, göklerin, yerin ve arasındakilerin rabbidir."[14]

Daha sonra Hz. Musa, Allah'ın kendilerinin ve evvelki atalarının, doğu­nun, batının ve arasındakilerin rabbi olduğunu söylemiştir. Görülüyor ki bu ayetlerdeki rab kelimesi, 'yaratan' anlamına gelmektedir.

Rab dendiğinde -ilk önce- göklerin, yerin, doğunun, batının, arasındakilerin ve insanların yaratanı akla gelmelidir. Onun için Fatiha: 1/2'deki "rabbi'1-alemin" ifadesi, "alemlerin yaratanı" şeklinde anlaşılabilir. Fakat rab kelimesinin manası bundan ibaret değildir.

2- Yol gösterme:

Yüce Allah'ın hidayet etmesi/doğru yola iletmesi, rab sıfatının kapsamına girmektedir. 'Yaratıcı' sıfatı ile 'hidayet edici' sıfatı, rab sıfatından doğmak­tadır. Rab sıfatı, her ikisini de kapsayacak kadar geniş bir faaliyet alanına sahiptir. Hidayet etme ile rablığın ilişkisini şu şekilde ifade etmek mümkündür: Allah sadece yaratmakla kalmayıp aynı zamanda yarattıklarına yolunu ve izini de göstermekte; onları asla başıboş bırakmamaktadır. Daha açık ifade ile Allah iki tür varlık yaratmıştır: Akıl sahibi olan varlık ve akıld­an yoksun olan varlıklar. Akıl sahibi varlıkları, akıllarını, düşünme ve yeteneklerini kullanma kabiliyeti vermek suretiyle hür ve irade sahibi kılmış; akıl ve iradenin yanlış yolda kullanılabileceğinden ötürü de onlara kitaplar indirmiş, peygamberler vasıtasıyla hidayet yolunu da göstermiştir. Akıl vermeyip mesul tutmadığı varlıklara da vazifesini gösterip öğretmiştir. Bu nedenle fâtır sıfatı içerisinde hem yaratma, hem de yol gösterme anlamı vardır.

Bütün varlıkları yaratan Allah, kimilerine vazifesini, kimilerine de gideceği. doğru yolu göstermiştir, ki buna hidayet denmektedir. Bu ise, eğitimin ta kendisidir. Bu durumda Fatiha: 1/2'deki "Alemlerin rabbi" ifadesine "alemlere hidayet eden" manasına vermemiz mümkündür. Onun içindir ki Hz. Musa Taha: 20/50'de, yaratma faaliyetinden sonra -Rabb için- "Sonra hidayet edendir" demiştir. Böylece rab sıfatının iki anlamı ortaya çıkmaktadır: yaratmak ve hidayet etmek.

3- İlah:

Rab kavramının diğer bir anlamı da ilah 'tır.[15]

"Ve size, 'Melekleri ve peygamberleri rabler (ilahlar) edinin' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?" [16]

Buradaki ilah manasına gelen rab, sebeplerin sebebi, kulların ihtiyaçları­nı gideren anlamını ifade etmektedir.

4- Sahip, efendi, idareci:

Rab kavramı insana izafe edildiği zaman sahip, efendi manalarına gel­mektedir. Allah'a izafe edilince, sahip (mâlik) manasını kazanmaktadır. Şu ayette sahip ve efendi manalarına gelmektedir:

"Onlardan kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: "Beni efendinin yanında an!" Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla birkaç sene daha zin­danda kaldı"[17]

Bu ayette rab kelimesi, iki defa geçmekte ve ikisinde de siyasî erki elin­de bulunduran kişi, sahip ve efendi anlamına gelmektedir.

O zaman Fatiha: 1/2'deki "Alemlerin rabbi" ifadesine, "Alemlerin sahibi" manasını verebiliriz. İsfehânî de, Yusuf: 12/23'deki rab kelimesini, melik anlamına almıştır.

5- Eğitmek-öğretmek:

Rab kelimesi rabbâniyyûn şeklinde kullanılınca, çeşitli manalara gelmektedir:

"Hiçbir insanın Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik ver­mesinden sonra insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun!' demesi mümkün değildir. Bilakis şöyle der: 'Okumakta ve öğrenmekte oldu­ğunuz kitap uyarınca rabbaniler olun!"[18]

Ayette geçen rabbaniler kavramı, Rabbe/Allah'a mensup insanlar demektir. Bir insan nasıl Rabbe mensup olabilir? Ayet, bunun, bilgi ile, okunan ve öğre­nilen kitap sayesinde, eğitim ve öğretimle gerçekleşeceğini söylemektedir. Ki­tabı öğrenen ve tatbik eden insan, gelişerek Rabbe mensup hale gelir.

Demek ki rab, yavaş yavaş gelişip, kemale ulaşmak veya ulaştırmak mana­sına da gelmektedir. Bilgi ile insanın ulaşacağı, nihaî olgunluk seviyesini ifa­de etmektedir. Hem o seviyeye giden gelişmenin, hem de seviyenin kendisi olmaktadır. Başka bir ifadeyle rab, hem eğitim-öğretim faaliyetinin kendisi­ni, hem de Allah'a mensubiyetin doruk noktasını ifade etmektedir.

Rabbâniyyûn ve ribbiyyûn kavramları aynı manada olmakla beraber, bi­rincisi ilim adamları, ikincisi ise Allah'ın erleri anlamını ifade etmektedir.

Rabbâniyyûn kavramını İsfehânî şöyle açıklamaktadır:

Allah'a mensup din ve ilim adamları manasına gelen bu kişiler, ilmi, hakim gi­bi geliştiren kimselerdir. Bunun anlamı, onlar bilgi ile nefislerini terbiye edip geliştirirler. Rabbani olan kişi, nefsini bilgi ile terbiye ederek geliştirdiği için il­mi, ilmi geliştirdiği için de şahsiyetini geliştirmiş olur.[19]

Râzî pek çok kişinin rabbâniyyûn kavramı hakkındaki görüşlerini naklet­mektedir:

Sîbeveyh, Allah'ı bilmek ve o'na devamlı itaat etmek; Müberret, insanlara ilim öğ­retip, onları eğiten ve onların durumlarıyla ilgilenen kimse; İbn Zeyd "insanları eği­tip yetiştiren; Ebû Ubeyde, öğrenen, öğrendiği ile amel eden, hayır yollarını başka­larına öğretmekle meşgul olan manalarına almaktadırlar.[20]

Bütün bu görüşlerle İsfehânî'nin görüşünü bir araya getirirsek, bir eği­tim ve öğretim faaliyetiyle karşı karşıya kaldığımızı anlamakta gecikme­yiz. İsfehânî, kavramı eğitimin psikolojik boyutuna göre manalandırırken, diğerleri öğrenmek ve başkalarına öğretmek şeklinde yorumlayarak, onun sosyolojik boyutunu gündeme getirmişlerdir. Çünkü İsfehânî, rabbâniyyûn kavramımı açıklarken, onu, dışarıdan bilgiyi alıp kendi nefsini, yani şahsiyetini onunla geliştirip, oradan tekrar bilgiyi dışa vuran adam olarak görmektedir.

Diğerleri ise, bu kavrama, bilginin bu içselleşmiş halinden daha çok, öğ­renme, öğretme ve itaat etme anlamlarını yüklemektedirler. Hepsinin ortak noktası, öğrenmek, öğretmek, geliştirmek manalarına yer vermiş olmalarıdır.

Rab kavramının içinde, öğretmek, eğitmek ve geliştirmek anlamları var­dır. Bütün bunların bilgi ile olacağı gerçeği de ifade edilmiş olmaktadır. Rab kavramının eğitim ve öğretim manası ele alınınca, şu soruyu sormamız gere­kiyor: İnsan, kendi şahsiyetini ve bilgiyi ne ile geliştirir? Bu sorunun cevabı­nı şu ayette bulmaktayız:

"Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler olun." [21]

Bu ayet, insanların, öğretim ve tedrisat denen eğitimle gelişip rabbe men­sup kimseler olabileceğine işaret etmektedir. Gerçek vahiy olan Kur'an'ı iyi­ce öğrenip, tetkik edip, ondaki sırları açıklamak ve başkalanna öğretmekle, hem ferdin hem de toplumun gelişimi temin edilmiş olacaktır. Genelde bu ayet, daha çok eğitimin öğretim boyutunu gündeme getirirken, şu ayet eğitim boyutuna dikkat çekmektedir:

"Rabbâniyyûn ve ahbâr, onları günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten men etse­lerdi ya! İşledikleri fiiller ne kötüdür." [22]

Bu sefer de, rabbânîler'in, toplumu yalan ve haram lokma yemekten me­netmeleri, uyarmaları ve eğitmeleri, bu kavrama mana olarak yüklenmekte­dir. Bu faaliyet ise, eğitimin alanına girmektedir.

Hz. Yusuf rab kavramına şu manayı yüklemektedir:

"Ey Rabbim! Mülkten bana verdin ve bana olayların yorumunu öğrettin." [23]

Demek ki rab, iktidar veren ve sosyal olayların yorumunu öğretendir. Böylece rab kelimesinin siyasî ve öğretim boyutu ortaya çıkmış olmaktadır. Yüce Allah, rablık sıfatı gereği Hz. Yusuf'u yetiştirirken, ona sosyal olguların ve olayların yorumunun nasıl yapılacağını öğretti. Bu bir öğretim faaliye­tidir.

Bu üç manadan hareketle Fatiha: 1/2'deki "rabbi'l-alemin" ifade­sine "Alemleri yaratan, yol gösteren ve öğretip eğiten" şeklinde mana vere­biliriz.

6- Veli:

Rab kavramının özünde yer alan diğer bir mana da arka çıkmak, sahip ol­mak manalarına gelen veli'dir. Veli kavramının sözlük manalarından hareketle rab isminin sırlarını açabiliriz: "Yanında olmak, yakın olmak, bitişik olmak, takip etmek, dost olmak, terbiye etmek, idare etmek, yola getirmek, yardım et­mek, desteklemek, korumak, Allah'a yakın olmak, aziz adam" manalarına gel­mektedir. Hz. Yusuf bu manaları, veli kelimesiyle rab sıfatına yüklemektedir:

"Ya Rab! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin." [24]

Bütün bu manaları Hz. Yusuf, veli kavramı ile Rabbe bağlamakta ve onun anlamının ne olduğunu göstermektedir.

Peki sahip çıkmak ne ile olacaktır? Bu sorunun cevabını da yine Hz. Yusuf vermektedir:

"Beni müslüman olarak yaşat ve öldür ve beni sâlihler arasına kat." [25]

Müslüman olarak yaşatmak ve öldürmek, salihlerle beraber olmasını temin et­mek velîiliğin gereği olduğu gibi, rablığın da işlevleri arasındadır. 'Eğitmek' manasıyla rab, yukarıdaki işlevleri bir insana temin etmekle ona sahip çıkmış ol­maktadır. Bir insanın müslüman olarak yaşayıp ölmesini ve hayatı boyunca iyi insanlar arasında yer almasını sağlamaktan daha iyi sahip çıkma olur mu? Hz. Yusuf Allah'a "Sen benim velimsin" derken, O'ndan bu isteklerde bulunmaktadır.

Yusuf: 12/101 ayetini dikkate alırsak şöyle bir durum ortaya çıkar: Rab, ikti­dar veren, yaratan ve insanı müslüman olarak yaşatan ve iyilerin arasına ko­yup, sahip çıkan velidir. O zaman tekrar Fatiha: 1/2'deki "rabbi'l-alemin" ifade­sine dönersek, ibareye "Alemleri yaratan, yol gösteren, öğretip eğiten ve sahıp çıkan" manasını verebiliriz.

7- Şeref sahibi olmak:

Şeref manasına gelen izzet kavramı, rab sıfatının içinde vardır

"Senin şeref sahibi Rabbin, onların verdikleri sı­fatlardan uzaktır."[26]

Aslında eğitim insanların ruhlarını zenginleştirip şekillendirerek, kafalarına bilgi, gönüllerine sevgi aşılayarak onlara şeref vermektedir. Allah'a "alemlerin rabbi" demek, O'nun, alemleri yaratmakla, eğitip öğretmekle, sa­hip çıkmakla onlara şeref verdiğini ifade etmektir. Çünkü insanı bilgilendirip doğru davranışa yönlendirmekle, ona şeref vermiş olmaktadır. Demek ki eği­tici manasıyla rab, insanları eğiterek onlara kendi şerefinden vermektedir. İzze­tin tamamı Allah'a aittir, O'ndan şeref almak isteyenler, doğru bilgiye sahip olmalı ve iyi eylemler üretmelidirler. [27]

8- Af ve merhamet sahibi olmak:

Bilindiği gibi cezalandırmak, affetmek ve merhamet etmek gibi eylem­ler, eğitimin temel öğeleridir. Bunların olmadığı yerde eğitimden bahsedi­lemez.

"Senin affı bol olan Rabbin merhamet sahibidir. Şayet yaptıkları yüzünden onları sorgulayacak olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat ken­dilerine tanınmış bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır."[28]

Bu ayet bize Rabbin, affedici ve merhamet sahibi olduğunu ifade etmek­tedir. Allah'ın Rablık sıfatıyla ahlâklanan eğitimciler, affedici ve merhamet sahibi olmalıdırlar. Affedici ve merhamet sahibi olamayan eğitimciler, Al­lah'ın ahlâkı ile ahlâklanmış sayılamazlar.

Affetmek ile merhamet bir araya gelince ne olmaktadır? Ayetin devamın­da bunu bulmaktayız: Yapılan yanlış davranışlardan dolayı hemen cezalan­dırmamak, değişme ihtimalini bekleyerek, onlara bir mühlet tanımak.

İnsanların pek çoğu değişimi hemen yapamazlar; onların ancak belli bir süreçte değişme ihtimâlleri vardır. Eğitim biliminde buna "beklenti içinde ol­ma süreci" denmektedir. Rab, insanların bu özelliği nedeniyle, affedici yö­nüyle onları hemen cezalandırmamakta, merhamet özelliği ile onlara değiş­meleri için mühlet tanımaktadır.

9- Korumak:

Daha önce velilik manasıyla rab kelimesine, sahip çıkma ve koruma manasını vermiştik. Demek ki eğitici manasına gelen rab, eğitim faaliyetini, 'koruyuculuğu' ile icra etmektedir.

Şu ayeti bu manada değerlendirebiliriz:

"Halbuki şeyta­nın onlar üzerinde hiçbir otoritesi yoktu. Ancak ahirete inananı şüphe edenden ayırt edip bilelim diye, şeytana bu fırsatı verdik. Rabbin ger­çekten her şeyi koruyandır." [29]

Bilindiği gibi, bir eğitimin eğitim faaliyeti olabilmesi için, sonuçta bir im­tihanın bulunması gerekir. İmtihan olmayan bir yerde, yapılan eğitimden faydalananların veya faydalanmayanların ayırdedilmesi mümkün değildir. İlâhî eğitimde şeytan, bir imtihan vesilesidir. Bu vesileler belli sorulara mu­hatap olmakla gerçekleşmektedir. İşte bu soruların cevaplandırılması şarttır.

Bazen bu soruyu Allah, ahirete inanan ile şüphe edeni tesbit etmekte, ya­ni ayırmakta kullanmaktadır. Bu imtihanı uygularken Yüce Allah, rububiyet sıfatı gereği koruyuculuk özelliğini kullanmaktadır. İşte Allah, yaptığı imtihânda başarılı olmaları için insanları şeytanın etkisinde kalmaktan korumak­ta; koruyuculuk sıfatı ile onlara sahip çıkmaktadır. Bu manada ise "alemlerin rabbi", alemlerin koruyucusu olmaktadır.

10- Dönüp varılacak yer:

Serkeşlik yapan evlat, döner dolaşır neticede yine anne ve babasının yanına gelir. Bu kapı reddeden ve içeri almayan bir kapı değildir. Teşbihte hata olmaz. rablık kapısı da, ne kadar serkeşlik yaparsa yapsın, insanın dönüp varacağı yerdir. O kapı ümitsizlik kapısı ve reddeden kapı değildir:

"Ve şüphesiz son varış yeri Rabbinedir." [30]

"Doğrusu güldüren de, ağlatan da O'dur."[31]

"Öldüren de, dirilten de O'dur." [32]

Eğitimci, başvurulan makamı ifade etmektedir. Kul, derdini eğiticisi olan efendinin kapısında anlatacak, sorunlarını ona sunacak, gülüşünü de onun kapısında yapacaktır. Rab, ağlayanların dertleriyle, gülenlerin mutluluğu ile ilgilenmektedir. O'nun kapısı, hem ağlama hem de gülme kapısıdır.

"Alemlerin rabbi" ifadesi; "alemlerin vardığı son nokta" şeklinde ifade edilir. "Rabbaniler olun" ifadesi, "Rabb'e varın, O'na ulaşın, O'nu son nokta olarak bilip, O'nu hedef ve amaç edinin!" anlamına gelir.

"Alem"
§ "Alem'în tâbirine gelince; bu da Cenab'ı Hakkın varlığına, birliğine delâlet ve şehadet eden, onu bilip tasdik etmeğe vesile olan varlıklardan, mahlûkattan ibarettir ki her birine bir âlem denir. Bunlar; gökler âlemi, yer âlemi, hayvanlar âlemi, bitkiler âlemi, ruhlar âlemi, dünya âlemi, âhiret âlime gibi nevîlere ayrılmıştır. Bir rivayete göre on sekiz bin âlem vardır. Bizim dünyamız ise bu alemlerden yalnız biridir.

Bütün âlemler birer mahluktur. Bütün bunların yaratıcısı Cenâb-ı Haktan başkası değildir. Bütün âlemler, O Yüce Yaratıcının varlığına, kuvvet ve büyüklüğüne birer parlak delildir.



Alem
Alem kelimesi, raht (3-10 arası topluluk) kelimesi gibi aynı lafızdan müfredi olmayan cins isimdir. Bu kelime insanları, cinleri, melek­leri ve şeytanları içine alır. Ferrâ da böyle demiştir. "Alem" kelimesi "alâmet" kelimesinden türemiştir. Zira âlem, yüce yaratıcının varlığına bir alâmettir. 

Âlem ve alâmet kelimesi, "hâtem", "kalem" gibi "âlet" vezninde bir çoğul isimdir. Çoğul özelliği bulunmayan bir ferde âlem denilmez. Çoğul oldu­ğu halde, akıllı varlıklar için, ço­ğulun "âlemin" diye tekrar çoğul yapılması ve "el-âlemîn" diye umumî gelen belirlilik "lamı" ile belirli kılınması, bütün evreni ve evrenin bütün parçalarını içine aldığını ifade eder. 
Bu genellik içinde akıllı var­lıklar için kullanılan çoğulun getirilmesi de akıllı varlıkların üstün tutulduğunu gösterir. Akıllı var­lıkları düşünmeden alemlerin Rabbinin doğru anlaşılmayacağı­na delalet eder. 

Âlem kelimesinin kökü açı­sından asıl bir manası, "ma ya'lemu" yani bilgi edinmeye alet ve vasıta olan şey demektir. Gerçek ilim ise tasavvur değil hakkın tas­dikidir. Yani iki tasavvur arasın­daki mevcut bağı bütün vicdanı ile kavramaktır. 

Bize mükemmel bir düzen ile görünen ve her an var olma ile yok olma arasında akıp giden, bu akışında bir düzen sırrı ve ilişki­si takip eden ve en önemli düze­ninden birisi de ruhlar ve zihin­ler ile dış alem ve belli şeyler ara­sında, haklılık, gerçeklilik ve ger­çeğe uygun dediğimiz hak ölçü­sünde, yani bir şeyin doğruluğu­na tasdik anındaki gözlem ve şa­hitlik, ilim, akıl ve kalp bağlantı­sı ile görülen her varlık toplulu­ğu Allahu Teâlâ'ya ve O'nun kudretine, Rabb olduğuna ve ke­maline delâlet eden birer delil, birer işaret meydana getirerek öl­memize, doğurulmamıza sebep olduklarından dolayı alem diye isimlendirilmişlerdir. Alem, Al­lah'tan başka bütün varlıklar de­mektir ve Allah ise âlemin ötesidir.[137]


Ayrıca; 

§ "Allah" ismi celili, Cenâb-ı Hakka mahsus O'nun bütün kemal sıfatlarını ifâde eden bir isimdir ki başka hiç bir kimseye verilemez. Bu, bir ismi âzamdır.

§ "Rahman" ve "Rahîm" de rahmet sahibi mânasına Allah'ın birer ismidir. Rahman bütün mahlukatı yaratan, yaşatan, nîmetlere kavuşturan kimse demektir. Rahim de mü'min kulları hakkında ilâhî lütuflarını bolca veren Yüce Yaratıcı manasınadır.


Deniliyor ki rahman öyle bir nîmet verendir ki, onun vereceği nimetlerin başkası tarafından verilmesi düşünülemez. Bu sebeple rahman ismi mahlukata verilemez. Rahim ise öyle bir nîmet verendir ki onun vereceği nîmetin benzeri başkaları tarafından da gelebilir. Bu sebeple rahim adı kullara da verilebilir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bakara Suresi 255(Ayet-el Kürsi), 256,257,258. Ayetlerin Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri

Bakara, 2/255. Ayet  اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ   Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.  Kur'...

Bakara Suresi 1-5 ayetlerinin Meali ve Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri: 1-Elif. Lâm. Mîm. 2-O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. 3-Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. 4-Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar. 5-İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.

Bakara, 2/1. Ayet  الٓمٓ ۚ  Elif. Lâm. Mîm.  Bakara, 2/2. Ayet  ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ  O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.  Bakara, 2/3. Ayet  اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ  Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.  Bakara, 2/4. Ayet  وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ  Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.  Bakara, 2/5. Ayet  اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ  İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.  Kur'an-ı Kerim  T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Bakara Suresi 1-5 ayetlerinin Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri: ...

Bakara Suresi 21-25. Ayetler Elmalı Hamdi Yazır Meali ve Tefsiri:

Bakara Suresi 21-25. Ayetler Elmalı Hamdi Yazır Meali ve Tefsiri: Meâl-i Şerifi 21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki (Allah'ın) azabından korunasınız. 22- O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah'a eşler koşmayın. 23- Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz. 24- Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının. 25- İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: "Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir" derler ve o rızık birbirinin benzeri olma...

Rad Suresi 2-5. Ayetlerin Meali ve Elmalılı Tefsiri : 2. Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş'a istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır. (Bunların) her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır. 3. Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır. 4. Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır. 5. (Resûlüm! Kâfirlerin seni yalanla

Rad Suresi 2-5 Ayetler Elmalılı Tefsiri: اَللّٰهُ الَّذ۪ى Allah O'dur ki, رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ gökleri direksiz, dayaksız yüceltti. Ne yapmak ve yükseltmek için iskeleye, ne de manivelaya, ne de dayamak için direk dikmeye muhtaç olmadan sırf kudretiyle yaptı, yükseltti, kaldırdı ve orada tuttu, düşmesini önledi. تَرَوْنَهَا Onları görüyorsunuz. Yani üzerinizde olan gökleri görüp duruyorsunuz: O büyük gök cisimleri öylece direksiz olarak duruyorlar, orada dönüp durduklarını da siz görüyorsunuz. İşte Allah, onlara böyle direksiz ve dayaksız olarak kendi yörüngelerinde ve o kadar yükseklerde hareket kabiliyeti verip, size de gösteren kadiri mutlaktır. Bu manada تَرَوْنَهَا daki zamir "direksiz göklere" racidir. Ve cümle bir yan cümleciktir. Bazı tefsir alimleri bunun عَمَد "amed"e (Amed, amudun veya imadın çoğuludur ve direkler anlamına gelir.) raci ve onun sıfatı olması ihtimalini de dikkate almışlardır ki, o ...

Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ihtilâfında elbette tam akıl sahipleri için açıkça deliller vardır. ﴾Ali İmran 190﴿

إِنَّ فِى خَلْقِ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَٱخْتِلَٰفِ ٱلَّيْلِ وَٱلنَّهَارِ وَٱلْفُلْكِ ٱلَّتِى تَجْرِى فِى ٱلْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ ٱلنَّاسَ وَمَآ أَنزَلَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلسَّمَآءِ مِن مَّآءٍ فَأَحْيَا بِهِ ٱلْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ ٱلرِّيَٰحِ وَٱلسَّحَابِ ٱلْمُسَخَّرِ بَيْنَ ٱلسَّمَآءِ وَٱلْأَرْضِ لَءَايَٰتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah'ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.   ﴾Bakara 164﴿   إِنَّ فِى خَلْقِ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَٱخْتِلَٰفِ ٱلَّيْلِ وَٱلنَّهَارِ لَءَايَٰتٍ لِّأُو۟لِى ٱلْأَلْبَٰبِ Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ihtilâfında e...