En‘âm, 6/100."Bir de cinleri Allah'a bir takım ortaklar yaptılar. Oysa onları o yarattı. Bilgisizce Allah'a oğullar ve kızlar da uydurdular. O, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir."/____ En‘âm, 6/101."O, gökleri ve yeri örnekleri yokken yaratandır. O'nun bir eşi olmadığı halde nasıl bir çocuğu olabilir? Halbuki her şeyi O yarattı. O her şeyi hakkıyla bilendir."/____ En‘âm, 6/102." İşte sizin Rabbiniz Allah. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin. O her şeye vekil (her şeyi yöneten, görüp gözeten)dir."/____ *=Kur'an-ı Kerim T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı=*
En‘âm, 6/100. Ayet
وَجَعَلُوا لِلّٰهِ شُرَكَٓاءَ الْجِنَّ وَخَلَقَهُمْ وَخَرَقُوا لَهُ بَن۪ينَ وَبَنَاتٍ بِغَيْرِ عِلْمٍۜ سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَصِفُونَ۟
Bir de cinleri Allah'a bir takım ortaklar yaptılar. Oysa onları o yarattı. Bilgisizce Allah'a oğullar ve kızlar da uydurdular. O, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.
Kur'an-ı Kerim
T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı
-------En‘âm, 6/101. Ayet
بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ اَنّٰى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ وَلَمْ تَكُنْ لَهُ صَاحِبَةٌۜ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
O, gökleri ve yeri örnekleri yokken yaratandır. O'nun bir eşi olmadığı halde nasıl bir çocuğu olabilir? Halbuki her şeyi O yarattı. O her şeyi hakkıyla bilendir.
Kur'an-ı Kerim
T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı
-------En‘âm, 6/102. Ayet
ذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُۚ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَك۪يلٌ
İşte sizin Rabbiniz Allah. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin. O her şeye vekil (her şeyi yöneten, görüp gözeten)dir.
Kur'an-ı Kerim
T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı
*=En‘âm suresi 100-101-102. Ayeti Kerimelerin Elmalılı Tefsirinden açıklamaları=*
En‘âm 100- Onlar, Allah'a cinlerden de ortak koştular. Halbuki onları yaratan O'dur. Bilgileri olmadan O'na oğullar, kızlar uydurdular. O'nun şanı onların uydurdukları sıfatlardan münezzeh ve yücedir.
Hasılı herşeyin gerek başlangıcında ve gerek gelişme süresinin her lahzasında hem ilim ehline, hem ince ve hikmetli anlayış ehline, hem bütün iman yeteneği olanlara Allah Teala'nın ilahlık eserleri, kudret ve tek oluşunun delilleri açık ve doludur. Böyle iken وَجَعَلُوا ِلِلّٰهِ شُرَكَاۤءَ الْجِنَّ Allah'a cinleri türlü türlü ortaklar yaptılar. Cin genel adı altında bulunan, gözlerden gizli karanlık yaratıklara veya gözle görünmez, tabiat ötesi kuvvetlere ve ruhani cevherlere ilahlıktan veya rablıktan veya yaratıcılıktan pay vererek Allah'a denk veya daha aşağı ortak yaptılar. Kimi meleklere, kimi şeytan cinsine, kimi hepsine çeşitli adlarla taptılar veya zati kudret ve tesir isnat ettiler. Tefsircilerin beyanına göre buradaki “cin”, melekleri ve şeytanları da içine alan genel bir manada kullanılmıştır. İbn Abbas demiştir ki: “Cin kelimesi, istitar (gizlenme, örtünme) den türemiştir. Melekler ve bütün ruhaniler de gözle görünmezler ve sanki gözlerden gizli gibidirler. Bu yorum iledir ki İblis de cinden sayılır. Meleklere ve ruhanilere de cin denilmiştir”. Yukarda putlar ve yıldızlar gibi hissedilen ve fiziki şeylerden ortak kabul edenlerin, puta tapanların, yıldızlara ve heykellere tapanların sapıklıkları beyan olunduktan sonra, burada da bunların felsefi kaynağı olan ruha tapanların sapıklıkları, yani melekler, şeytan, akıl, nefis, madde, kuvvet, tabiat gibi gizli ve fizik ötesi sebeplere bağlananların ve bunları “üç tanrı” ve “aracı” sayanların sapıklıkları beyan olunmuştur.
Bazı tefsircilerin açıklamasına göre bu ayet, “melekler, Allah'ın kızlarıdır” diyenler dolayısıyla nazil olmuş ve meleklere “cin” denilmiştir. Meleklere Allah'ın kızları demek de cevheri ortaklığı gerektiren doğurtma fikriyle Sabie mezhebindekilerin meleklere tapmalarıyla ilgilidir. İbn Abbas'dan bir rivayete göre de iş bu وَجَعَلُوا لِلّٰهِ شُرَكَاۤءَ الْجِنَّ “Allah'a cinleri ortaklar yaptılar”, Saffat suresindeki وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَباً “Onlar, Allah ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular” (Saffat, 37/158) ayetinin de delaleti üzere, Allah ile şeytan arasında bir soy ilgisi gerektiren karşıt iki kardeş gibi sayarak, “Hayırların yaratıcısı Allah, şerrin yaratıcısı şeytandır” diyen zındıklar hakkında nazil olmuştur ki, bu şekilde birinci olarak Mecusilerin inancıyla ve ikinci olarak buna benzeyenlerle ilgili olur. Zira bütün Mecusiler, bu alemdeki bütün hayırlar nurdan ve diğer deyimle Yezdan’dan, bütün şerler de zulmetten ve diğer deyimle Ehremen'dendir, diye bir ikiliğe kani olduklarından genel manada “Seneviyye” adını almışlardır. Ve esas itibariyle Zerdüşt'ün “Zend” kitabına nisbetini ifade eden Farsçadaki “zendık” ve Arapçada “zındık” ve bunun çoğulu olarak “zenadıka” bütün Mecusilerin lakabıdır. Bütün Mecusi mezheplerinde anası ve kız kardeşi gibi mahremleri (kendileriyle evlenilmesi dinen haram kılınanları) ile evlenmek helal sayıldığı gibi, yine Mecusiler içinde haram ve helal hükümlerine inanmayan “Hurremdiniler” denilen eski bir “İbahiyye mezhebi” ve aynı şekilde bütün kadınlarda ve mallarda, ot, su, mer'a gibi şeylerde ortaklığı kabul eden ve “Mezdekiyye” denilen bir “İştirakıyye mezhebi” de bulunduğu üzere, zındık özellikle dinsiz ve inançsız manasına da adet olmuş ise de, esasen zındıklar Zerdüşt'ün “Zendevasta” isimli eseri dolayısıyla bütün Mecusiler demektir.
Mecusilerin, hissi bir görüş işaret eden nur ve zulmet isimleriyle ifade ettikleri bu ikilik inançları surenin başında وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ ثُمَّ الَّذ۪ينَ كُفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ “karanlıkları ve aydınlığı var eden. Böyleyken kafirler hala Rablerine başkalarını eşit sayıyorlar” yüksek sözü ile detaylı bir şekilde kötülendiği gibi Yezdan ve Ehremen veya Hürmüz ve Ehremen diye fizik ötesi ve manevi bir görüş ifade eden şirkleri de burada cin denilmesiyle kötülenmiş ve reddolunmuştur. Çünkü Ehremen İslam'da İblis denilendir. Ve İblis, كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ اَمْرِ رَبِّه۪ “Cinlerden olan İblis Rabbinin emrinden çıkmıştı” (Kehf, 18/50) ayeti delaletince cindendir. Gerçi tefsircilerin ve “el-Milel ve'n-Nihal”de Şehristani'nin beyanları üzere Mecusilerin bu konuda bir çok ihtilafları vardır. İçlerinden biri hayır başlangıcı, biri şer başlangıcı olan iki esasın ikisinin de aynı derecede ezeli olduğunu kabul eden ve tam manasıyla Seneviyye olan Maniviyye ve Mezdekiyye gibi mezhepler bulunduğu gibi, bu iki asla tam denk olmak üzere üçüncü bir asıl daha ekleyerek teslis, (üç ilah anlayışını) kabullenen Disaniyye ve Merkuniyye gibi mezhepler de vardır(Şehristani, a.g.e., I, 233 vd.). Ve Mecusilerin pek çoğu ve özellikle Kiyumresiyye, Zervaniyye, Zerdüştiyye, Meshiyye gibi asıl ve eski Mecusiler bu iki zıt aslı, varlığın vücubu ve kudret açısından aynı derecede tutmadıkları ve çünkü Ehremen'in ezeli olmayıp tesadüf veya doğum veya yaratma veya mesh suretiyle sonradan olma olduğunu söylemiş bulundukları için, Mecusilikle Hıristiyanlık arasında bir şirk dini tutan Maniviyye tarzında tam manasıyla Seneviyye değildirler. Fakat bütün bunlarla beraber yine hepsi ve hatta hayır başlangıcı olan nur ile şer başlangıcı olan zulmet veya Ehremen'in ikisinin de Allah Teala'nın yaratma ve icadıyla sonradan olma olduklarına kani olan Zerdüştiler de dahil olduğu halde, hepsi bu alemi idare etmede Allah'a Ehremen'i ortak yapmakta, yani hayır Allah'tan ve şer İblistendir, davasında birliktirler ve bu mana ile genel olarak Seneviyyedirler.
Şehristani der ki: “Bütün Mecusiler, hayır ve şerri, fayda ve zararı, kurtuluş ve fesadı aralarında tamamen paylaşmış yani birisi yalnız hayır başlangıcı, biri de yalnız şer başlangıcı olan iki esası kabullendiler, birine nur ve birine zulmet, Farsça olarak Yezdan ve Ehremen adı verdiler. Bu konuda bunların birçok mezhepleri varsa da, Mecusi meselelerinin hepsi iki kaide üzerinde toplanır. Birincisi nurun zulmet ile anlaşma sebebi; ikincisi de nurun zulmetten kurtuluşu meselesidir. Anlaşmayı başlangıç, kurtuluşu son sayarlar. Bütün Mecusiler, bu şekilde, iki esas ispat ederler. Bununla beraber asıl Mecusiler, bu iki aslın ikisinin de ezeli ve ebedi olmasının caiz olamayacağına, nurun ezeli, zulmetin sonradan olma olduğuna kanidirler (Çünkü Maniviyye'nin dediği gibi İblis de ezeli olacak olsa, ezeliden zıt ve ezelden zıtlaşan iki farklı başlangıcın anlaşmalarına imkan kalmaz. Ne hayır ve şerrin karışık bulunduğu bu anlaşmış alem bulunur, ne de kurtuluşa ihtimali kalırdı ki, bu nokta Seneviyye'nin yanıldığı ve susmaya mecbur kaldığı noktadır. Bunların arasında aynı seviyede veya altlarında mizac sebebi olacak diğer bir esas ilavesiyle teslis (üçlemey)e gitmek de bu mümkün olmazı mümkün kılamaz ve bu tıkanıklıktan kurtaramaz. Her halde bu esası içine alan ve hakim olan ikisinin üstünde olmak zorundadır ki, bu ancak ezeli olan başlangıcın tek olmasıyla mümkün olur. (Müellif)). Sonra da bunun “sonradan olma” hususunda ihtilaf ederler. Aslı şer olan Zulmet veya Ehremen'in sonradan oluşu, Nur ve Yezdan'dan mı oldu? Hayrın başlangıcı olan Nur veya Yezdan cüz'i bir şey meydana getirmiyorsa, nasıl olur da aslı şer olan Ehremen'i meydana çıkarır? Bunu o ortaya çıkarmamışsa, kim çıkarabilir? Ortaya çıkarılmış değilse terkip ve kaynaşma nasıl mümkün olur? İşte bunlar Mecusilerin yanılgı noktalarıdır” (Şehristani, a.g.e., I, 232.). Kiyumresilere göre, Nur, benim bir muhalifim olsa nasıl olur, diye bir düşünmüş ve huyu nura uygun olmayan bu kötü fikirden zulmet hasıl olmuş ve buna Ehremen denilmiş. Ehremen, şer, fitne, fesat, zarar veren huylu olduğundan Nura karşı çıkıp tabiatı ve sözü ile ona muhalefet etmiş ve bundan dolayı Nurun askeriyle Zulmetin askeri arasında savaş olmuş, sonra melekler araya girmiş, süfli alem Ehremen'in olmak üzere anlaşmışlar. Bu anlaşma, yedi bin sene sürecek, sonra Ehremen alemi boşaltıp Nura teslim edecekmiş. Zervanilere göre de Nur, önce hepsi nurdan birtakım ruhani şahısları keşfetmiş, fakat Zervan adındaki en büyük şahıs bir şeyde şüpheye düşmüş ve bu şüpheden Ehremen şeytan meydana gelmiş. Bazı Zervaniler de demişler ki, büyük Zervan, bir oğlu için 9999 sene hüzünle inlemiş, olmamış; sonra “her halde bu alem hiçbir şey değil” diye kendinde bir fikir oluşmuş ve bundan dolayı o merakından Ehremen ve bu ilminden Hürmüz ikiz olarak doğmuş. Hürmüz, çıkış kapısına daha yakın iken Ehremen şeytan hile edip anasının karnını yarmış ve önce çıkıp dünyayı zaptetmiş.
Zerdüşt de bu iki aslın zıddı olup alemin varlıklarının iki başlangıcı olduğunu, bunların anlaşmasından bileşikler ve bu bileşiklerden çeşitli şekiller meydana geldiğini ve bununla beraber bu iki zıddın ikisinin de Allah Teala'nın yaratması ve meydana getirmesiyle oluştuğunu ve bu karışım ve bileşimin yaratıcısının Allah Teala olduğunu ve bundan dolayı Allah'ın tek olup, zıddı, dengi ve zatında ortağı bulunmadığını söylemişse de aslı şer olan Ehremen'in zıddıyla beraber yaratılışını ve bunların karışımını tek olan Allah Teala'ya nisbet ettiği halde Ehremen'in varlığını Allah'a nisbet etmek caiz değildir diye ısrarı noktasında anılan yanılgı ve çelişkiden kurtulamamış ve bir de tek olan ilk yaratıcının gerisinde, biri hayrın yaratıcısı, biri de şerrin yaratıcısı iki zıt başlangıç kabul etmekle alemin idaresinde birincisi ilk yaratıcı ve mizacının sebebi olan tek Yezdan; ikincisi hayrın başlangıcı olan mahluk Nur veya Hürmüz veya Melek; üçüncüsü şerrin başlangıcı ve mahluk olanı Zulmet veya Ehremen veya İblis olmak üzere üç idareci tanrı farzeden üçgen bir şirke de düşmüştür ki, bu şirk bir zıddı, dengi ve ortağı olmayıp tek olan yaratıcı, biri de onun yaratıp meydana getirdiği ve sentez yaptığı Melek ve Şeytan iki mahluk başlangıcın sentez özeti ve bu alemdeki hayır ve şerrin, kurtuluş ve fesadın, temizlik ve çirkinliğin ortak yaratıcısı bir yaratılmış tanrı olmak üzere, bir yönden ortaksız yaratıcı, ezeli bir tanrı; bir taraftan da ikiz bir Melek ve Şeytan ortaklığından ibaret bir sonradan olma tanrı arasında düşünülmüş çelişkili bir Senevi şirki durumundadır. Şu halde Zerdüşt yalnız hayır, Allah'tan ve şer İblisten demek tarzında Senevilik ile kalmamış, hayır Melekten, şer İblis'ten olmak üzere hayır ve şer Melek ve İblis ortaklığından, bu ortaklık da Allah'dan demek tarzında bir seneviliğe kani olmuşlardır.
Bu açıklamadan anlaşılır ki İbn Abbas hazretlerinden nakledilen nüzul sebebinde Zenadıka hayır yaratıcısı ve şer yaratıcısı iki kardeş Seneviliği, وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَباً “Onlar , Allah ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular” (Saffat, 37/158) ayeti delaletince neseb deyimleri bütün Mecusi mezheplerinin esaslarına işareti içerir. Hem hepsinin bir Senevililikte toplandığını göstermiş, hem de Mecusilik yerine Zenadika lakabını seçerek özellikle Zerdüştlere dikkat nazarını çekmiştir. Şu halde ayetteki Cin sözünün diğer Mecusilere göre yalnız Şeytana sarfedilmiş olması gerekirse de bazı Zervanilerle Zerdüştlere göre Ehremen'e ve Hürmüz'e yani Şeytan ve Meleğe, Cin ve Peri'ye şamildir. Ve bu mana ile ayet, nakledilen nüzul sebebinin ikisine de uygun olduktan başka sözün gelişinden anlaşıldığına göre, gerek Senevviyye ve gerek teslis (üçleme) ve gerekse diğer şekillerde olsun fizik ötesi ve ruhani şirklerin hepsini açıkça içerir. Ve bu içeriği açıkça anlatmak içindir ki شَر۪يكاً “bir ortak” değil شَرَكۤاءَ الْجِنَّ “cinlerden ortaklar” buyurulmuştur. Bundan başka شُرَكۤاءَ الْجِنَّ “cinlerden ortaklar” fiziki mahiyette fail tasavvur olunan tabiat kuvvetleri gibi, gizli ve örtülü sebeplere bağlı felsefi ve felsefe dışı şirklerin de türlerini içerebilecektir. Zira cinnin genel anlamında yalnız görünmeyen ve ancak bir şekile girme halinde görülebilen kuvvetler ve soyut ruhaniyet değil, gözle görülmek şanından olmakla beraber örtülü ve gizli bir halde bulunan büyük küçük cisimler, şahıslar ve gizli topluluklar bile dahil olacaktır.
Hasılı Allah'ı gereğince takdir etmeyen kafirler ona cinleri türlü türlü ortaklar tuttular, وَخَلَقَهُمْ halbuki onları Allah yarattı. Yani cinler de Allah'ın yaratığıdır. Nitekim o müşriklerin çoğu bunu esas itibariyle itiraf ederler. İtiraf etmeyenlerin de etmesi gerekir. Şu halde yaratılanı yaratanına ortak ve rakib saymaya kalkışmanın ve Allah'ın izni olmaksızın cinlerin alemde ve insanlar üzerinde bir tesir yapabileceklerini farzetmenin ve bu şekilde yaratanın yarattığına karşı bir acizliğine ihtimal vermenin büyük bir aptallık, sapıklık ve açık bir haksızlık olduğu aşikardır. Bu manaya göre خَلَقَهُمْ kelimesinin sonundaki zamir cine racidir. Ve bunda cinlerin de akıl sahibi olduklarına tenbih vardır. Bu zamirin cinne değil جَعَلُوا nun faili olan müşriklere gönderilmesi de ihtimal dahilindedir. Ve bu şekilde mana şu olur: Halbuki bu müşriklerin kendilerini yaratan cinler değil Allah Teala'dır. Bundan dolayı yaratana karşı cinleri ortak saymaya kalkışmak ve onlarda Allah'ın izni dışında bir tesir hayal etmek ne büyük küfürdür. Halbuki bir takımları, cinleri, perileri, gizli kuvvetleri Allah'a ortaklar saydılar. وَخَرَقُوا لَهُ بَن۪ينَ وَبَنَاتٍ Bir takımları da Allah'a oğullar ve kızlar uydurdular. Allah hakkında doğma ve doğurma hayal ettiler ve bu şekilde Allah'tan doğmuş erkek ve dişi ilahlar uydurdular ve bunları Allah'ın oğulları veya kızları diye ilah cinsinden sayıp tanrı edindiler, Allah'ı bunlarla, bunları putlarla temsil etmeye kalkıştılar. “Melekler, Allah'ın kızlarıdır” diyen Arap müşrikleri ve Sabieleri bu cümleden olduğu gibi, “Hürmüz ve Ehremen Allah'ın oğullarıdır” diyen bazı mecusiler, “Uzeyr Allah'ın oğludur” diyen bazı Yahudiler, “Mesih Allah'ın oğludur” diyen hıristiyanlar da bu cümledendir. Yaratmada ortaya çıkma ve meydana getirmeyi kabul eden filozoflar da bunlara benzer. Hep bunları بِغَيْرِ عِلْمٍ hiçbir ilme dayalı olmayarak ve ne dediklerini bilmeyerek uydurdular. Allah'a ortak, oğul veya kız evlat uydurmaya kalkışanlar “ilah” ve “oğul” dedikleri zaman ne söylediklerini bilmeyen cahiller ve iftiracıdırlar. “İlah ikidir veya üçtür” diye Allah'a zatında veya sıfatında veya fiillerinde, az veya çok, denk veya aşağı, eşit veya zıt bir ortak, bir arkadaş veya rakib sayanlar, ne dediklerini bilmez cahiller, iftiracılar olduğu gibi; oğul veya kız çocuk isnat edenler de aynı şekilde ne dediğini bilmeden ortak ve aynı cins isnat etmiş cahiller ve iftiracılardır.
101- Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Eşi de olmadığı halde, nasıl olur da çocuğu olur? Her şeyi yaratan O'dur. Ve O, herşeyi bilendir.
سُبْحَانَهُ وَتَعَالىٰ عَمَّا يَصِفُونَ Şanı yüce olan Allah kendini bunlardan tenzih eder ve O'nun yüce zatı, bunların böyle cahilce ve iftira edercesine vasıflandırmalarından mukaddes ve yücedir. Gerek zıtlık, gerek benzerlik ve aynı cinstenlik şekliyle olsun, her çeşit ortaklık ve aynı şekilde aynilik ve aynı cinstenlikle ortaklığı gerektiren doğurmak ve doğmak gibi vasıflar haddi zatında ilahlık vasfına uymayan şeylerdir, ilah anlayışıyla çelişkilidirler. Bunlar bir çeşit noksan, acizlik ve ihtiyaç ifade eden sonradan olma vasıflardır. İlahlık gerçeği ise, her noksandan uzak ve yüce bir kemaldir. Şu halde Allah'ın zatı ve hakikati hakkında ortaklık ve çocuk mümkün değildir. Ve bunu anlamak için başka bir delile ihtiyaç da yoktur. Bizzat ilah anlayışı bu imkansızlığı ispata yeterlidir. Zira ilah anlayışında en yüksek bir yücelik ile bir yaratıcılık ve güzellik vasfı vardır. Allah'ın ortağı ve çocuğu nasıl olabilir ki, بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ O, bütün göklerin ve yerin, benzersiz yaratıcısıdır. Bütün ulvi ve sufli alemden hiçbiri yokken, örnek olacak, aynilik ifade edecek kanun, asıl, madde, şekil, nümune, örnek denecek hiçbir şey mevcut değilken, ilk önce bunları benzersiz meydana getiren ve yaratan, her türün ilk ferdini, ilk örneğini yaratıp yoktan vücuda getiren ve böyle icat etme adeti ve zatına mahsus fiili sıfatı olan ve bundan dolayı misali, eşi ve benzeri bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmayan ve O’nun varlığı ve icadı olmadan bir yokun vücuda gelmesi ve herhangi bir şeyin var olarak ayakta durması mümkün olmayan yüce yaratıcıdır.
Bilinmektedir ki ibda, örneği geçememiş olan bir şeyi meydana getirmek ve yapmaktır. Nisbi ibda' az çok bir örnek ile ilgili olabilirse de, hakiki ibda hiçbir örnek ve asıl ile geçilmiş olamaz. Böyle hiçbir örneği geçmeden icad olunan örneksiz güzel ve fevkalade şeye ibda edilmiş veya bedaet (güzellik)le sıfatlanmış manasına bedi (بد۪يع) 'denildiği gibi, bunu meydana getiren ve ibda adeti olan yapıcıya da bedi (بد۪يع) denilir ki, musrih manasında sarih, müsmi' manasında semi' gibi, müf'il veya fail manasında feil veznidir. Ve buna bedi' denilmesinde, mübdi isminin ifade etmediği bir devam ve sabit olmak manası vardır. Ve her iki mana ile bedi denildiği zaman bir örneksizlik, benzersizlik, güzellik ve fevkaladelik anlamı vardır ki, bütün gökler ve yer böyle bedayi (güzellikler) ile dolu bir güzelliktir. Bununla birlikte her ne olursa olsun icad edilmiş olan şeylere bedi denilmesi, ancak geçmiş örneği olmaması bakımından izafi (göreli) ve nisbidir. Bir emsalsiz şeyi meydana getiren, benzerlerini de getirebilir. Ve birçok emsalsiz şeyler bulunabilir. Şu halde hakiki mucid, bedi-i mef'ul değil, bedi-i faildir. Yani daima icad eden, hakiki mübdi (gerçek mucid)dir. Bu nükteden dolayı بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ “göklerin ve yerin yaratıcısı” isim tamlamasıyla gökler ve yerin de örneksiz yaratılmış olmasına işaret edilmiş olmakla beraber, baştan sona kadar denk ve benzeri bulunmak ihtimali olmayan tek ve emsalsiz yaratıcının gökler ve yer değil, onların eşsiz yaratıcısı olan Allah Teala olduğu açıklanmış, göklerin ve yerin izafi güzellikleri benzersiz yapıcının varlığını ve yaratma sıfatını kendilerinde az çok temsil eden bir misal ve uygunluk ifade eden bir delalet olarak değil, ancak malulün yapıcı illetine, sonradan olanın yapıcısına, sanatın sanatkarına delaleti gibi nisbi ve intikali ve iltizami (benimsemeli) bir delalet ile delil ve alamet olarak ifade ettikleri ve Allah denildiği zaman bütün emsalsiz yaratılmışların yaratıcısı olan tek var edicinin anlaşılması gerektiği gösterilmiştir.
Burada şunu iyi düşünmek gerekir ki, ibda'ın tarifinden anlaşıldığı üzere bedii bir eser demek gelecekteki bir örneği değilse de, geçmiş bir örneği olmayan benzersiz bir eser demektir. O, bir kanun, bir mukayese ile vücuda gelmez. İlk örnek onunla başlar, aynilik, çeşitlenme, kanun ondan sonra meydana gelir. Bununla beraber, yokluğun kendi kendine var olması, zatı itibariyle yok olanın bizatihi var olması, yani bizzat olma (tekevvün bizatihi) mümkün değildir, bir açık çelişkidir. Yalnız maddi sebep, yani bilfiil yok olan, bir şeyin düşünce halinde bulunduğu bir asıl ve kaynaktan kendi kendine fiile çıkması veya yalnız suri (gösterişten ibaret) sebep, yani yok olan bir şeyin yalnız bir örnekten yine yapıcısız kendi kendine bir şekil kazanması veya her ikisi de yeterli değildir. Düşüncede gerek bulunsun, gerek bulunmasın, bilfiil mevcut olmayan herhangi bir şeyin var olması, herhalde bir yapıcı sebebe, yani onu fiilen icad edecek bir mucide (icat ediciye) muhtaçtır. Ve ancak o zamandır ki, bizatihi tekevvün (kendi kendine olma) çelişkisi kalkmış olur. Bir failin maddi veya suri sebebe bir şey ilave etmesiyledir ki yeni bir varlık tasavvuru mümkün olabilir. Yoksa yine kendi kendine olma çelişkisi ortaya çıkar. Şu halde gerçek manasıyla yapıcı sebebi, yoğu var eden, vücud yapan bir güç sahibi var demektir ki, gerek az çok bir örneği ihtiva eden bir asıl ve maddeden çıkarma ve yapma suretiyle olsun, gerek bununla beraber diğer bir örneği taklit etme şekliyle olsun, ikisinde de bizzat mevcut olmayan bir şeyi bilfiil var yapmak ve bundan dolayı varlığa yepyeni bir şey eklemek vardır. O halde maddi sebep ve görünüşten ibaret olan sebeb (illet-i suriyye), yapıcı sebebe muhtaç olduğu halde, yapıcı sebep gerçekte bunlara muhtaç değildir ve başlı başınadır. Bunun için olayların sonradan olmasında maddi ve suri sebep atılabilir ve fakat yapıcı sebep atılamaz. Ve gerçek yapıcı sebep fiilinde ne maddi sebebe, ne de görünüşten ibaret olan sebebe, kanuna, mahkum ve muhtaç değildir. O maddesiz veya örneksiz, yahut hiçbiri olmaksızın da icad yapabilecek tek fail, tek icatçıdır. Yani tam manasıyla yaratıcıdır. Fiilinde madde ve şekile muhtaç olmayan yaratıcı failin, eserine kendi zatından bir madde veya şekil ve örnek verdiğini farzetmek de çelişki olur. Demek ki hakiki yaratıcı, tam yaratma ile yaptığı ilk güzel eserini icad ederken ne kendinden bir parça ayırıp dışarı fırlatmak gibi bir değişim yapmış, ne de kendinden bir örnek edinip kendini taklit ve temsil etmiş olamaz. Zira değişim, maddi illette; benzeyiş de suri illette düşünülebilir. Halbuki yaratmada bunlar yok, ancak fail ve fiil vardır.
Şu halde yaratıcı faile göre sebebin değişimi, ortaya çıkma, doğma, yok olma ve değişiklik yok, ancak baki olma ve fiil vardır. İlk mahlukun yaratılmasından sonradır ki, maddi sebep ve sözde sebep düşünülebilir. Ve bunun için ilk yaratılmış eser olan ilk mahluk ile yaratıcı fail arasında ne bir çıkış ve ayrılma düşünülebilir, ne de zat ve sıfat bakımından fiilen bir ortaklık, bir hemcinslik, bir aynilik bulunabilir. Madde ve misal böyle yaratılan ilk mahluk ile başlar. Güçler, benzeyişler, kanunlar, türler, cinsler ona döndürülür. O, benzeyen ve benzemeyen şeylerin aslı ve kaynağıdır. Değişim ve benzeyiş, gelişme hep ondan sonradır. Ve ona eklenmiş olan her değişim, farklılık, yenilik, tekamül de yaratıcı failin baştan bir yaratmasıdır ki, buna كُنْ “ol” emri denilir, eşsiz, örneksiz yaratılışa da كَلِمَةُ اللّٰهِ “Allah'ın kelimesi” denilir. Bu şekilde gerçek fail hiçbir dengi geçmeyen yaratma fiiline göre yaratıcı; örneği geçen ve o örneğe benzemekle beraber bir ayrılık ve farklılık ifade eden ve cüz'i yaratmayı içermiş olan fiiline göre de yapıcıdır. Maddi sebebi yaratması itibariyle var eden ve sözde sebebi yaratması itibariyle de tasvir edendir. Halık (yaratıcı) ve bari (yaratan) isimleri de hepsinden geneldir. Yaratma (halk), var etme, icat (ibda) ve yapma (inşa)dan daha geneldir. Ve unutulmaması gerekir ki bu yapmadaki çeşitli şekillere yakın benzerlikler hakiki faile değil, örneği geçmiş olan ilk yaratığa benzeyiştir. Failin sanatı hepsinde yaratmadır. Hatta inşa etmedeki benzerlik de O'nun yaratmasıdır.
Hasılı külli (tümel) veya cüz'i (tikel) bir yaratma olmadan hiçbir şey kendi kendine yoktan vücuda gelemez. Bunun için yaratma ve yaratıcı delilleri daima varlıkların değişik olmalarında, sonradan oluşlarında, yeniliğinde, hasılı yaratma noktalarındadır. Varlıkların benzeyişleri içindeki farklılık ve değişim ile cüz'i yaratılış noktaları, sırf yaratmanın ve yaratıcının varlığının delilleri, burhan ve kudretinin alametleridir. Varlıklara basiret gözüyle bir bakılacak olursa görülür ki, başlangıçta yaratmaya dayanmayan hiçbir şey bulunmayacağı gibi, sonunda da cüz'i yaratmaya dayanmayan hiçbir şey yoktur. Ve bunun içindir ki, varlıkların parçalarından hiçbiri tasavvuri ve temessüli ilim ile tamamen bilinemez, tam ayrıntılarıyla tarif olunamaz. Bilinirse görmekle bilinir veya bazı şekilleriyle düşünülür. Ve bunlardan toplamındaki mutlak yaratma derhal anlaşılır ki, bu bakış, gökler ve yer toplamına bir bakıştır. Ve bunun için burada doğrudan doğruya yalnız yaratmayı göstermek için بَد۪يعُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ“göklerin ve yerin yaratıcısı” buyurulmuş, وَمَا ف۪يهِمَا“o ikisinde olanlar” diye içerikleri eklenmemiş, onlar daha sonra خَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ “her şeyi yarattı” cümlesiyle gösterilmiştir.
Şimdi yukarda İbrahim kıssasında zikredilen uful (yıldız, Ay vb. batması) ve hudus (sonradan olma) ve bundan önceki ayetlerde açıklanan halk (yaratma), ölüden diri ve diriden ölü çıkarma, ca'l (meydana getirme, yapma) ve tahsis, inşa (yapma), istikrar ve emanet bırakma, inzal (indirme) ve inbat (yerden bitirme), benzeşme ve benzememe, meyve verme ve ikmal (tamamlama) kavramlarından sonra, ibda' (icad etme), icad eden, örneksiz olarak icad etme kavramları da iyice tasavvur edilir ve düşünülürse, bütün gökler ve yerin icadının bir mucidi bulunduğu ve onun bunları sırf fiil olan ve hiçbir örneği geçmeyen icadıyla icad etmiş olduğu ve bundan dolayı o mucidin, göklerde ve yerde, yani bütün alemde hiçbir dengi ve örneği bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmayan eşsiz güzelliklerin mucidi, hakiki bir yaratıcı olduğu ve doğrudan O’nun icadına dayanmayan hiçbir hadisenin mevcut olamayacağı kesin şekilde sabit olur ki işte Allah o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir. Ve bunu sabiiler, Zerdüşt dininde olanlar, yahudi ve hıristiyanlar da teslim ve itiraf ederler. Böyleyken tutarlar da bir de O’na çocuk uydururlar. Ve düşünmezler ki, doğmak da icad etmeye dayanan ve var etmeden sonra olan bir değişmedir. İcadın mucidi, benzeşmeden uzak olduğu halde, baba ve çocuk arasında bir ortaklık unsuru, zat, sıfat ve fiillerde bir hemcinslik ve benzerlik vardır.
Bunun içindir ki, Allah'a çocuk isnat edenler, o çocuğa ilahlık da isnad eder, ilah diye tapınırlar. Çocuk isnadı, şirk isnadını gerektirir. Halbuki yok olanın, kendi kendine var olması imkansız olduğu gibi, kendi kendine doğması da imkansız olduğundan babanın bir çocuk doğurması ve ona kendisinden cevheri (asla ait) bir parça ve bir misal verip kısmen maddi ve şekil itibariyle bir sebep olabilmesi, o babada bir değişim ve etkilenmeyi meydana getiren mucid (icad edici) failin bir fiil var etmesine dayanmaktadır ki, ilah da o mucid faildir.
Özetle ilah, mucid ve yaratıcı, benzeme ve hemcins olmaktan uzak demek olduğu halde aynı zamanda ona çocuk, hemcinslik ve benzerlik isnat etmek bir çelişkiden başka bir şey değildir. Ve ne dediğini bilmemektir. Şu halde göklerin ve yerin var edicisi olan böyle bir icad etme gücüne sahip ve alemlerin tümüne benzeme ve hemcinslikten uzak bulunan ulu mucidin (yaratıcının) aynı ve örneği bulunabileceğini ve onun zatında bir bölünme ve ayrılma, bir değişme, bir eksilme veya artma ve herhangi bir ihtiyaç hasıl olabileceğini varsaymak ve benzersiz bir fail olan mucidin herhangi bir yaratığı meydana getirmesi için kendini parçalayarak bir çocuk çıkarmaya muhtaç olacağı anlayışında bulunmak ne büyük çelişki ve cahillik, ne kadar açık bir iftiradır? Doğmak ve doğurmak, ancak ibda (var etme) dan sonra, gökler ve yer dahilinde düşünülebilir. Halbuki göklere ve yere bile çocuk isnat etmek akla uygun değilken, onların ulu mucidine bir hemcinslik ve denklik ifade eden oğul ve kız isnadı nasıl düşünülür ve caiz görülür? Her halde Allah’tan bir şeyin doğma ve ortaya çıkma (sudur) davası batıldır. İcad etmeye, doğurtma demek gerçekten bir çelişki ve cahilliktir. اَنّٰى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ O icadın mucidinin çocuğu nasıl veya nereden olur ki? وَلَمْ تَكُنْ لَهُ صَاحِبَةٌ Bir hanımı, bir eşi yoktur. Halbuki çocuk için anne lazımdır. Gerçi baba olmadığı halde yalnız bir anne ile çocuk tasavvur olunabilir. Nitekim bir anadan türeyen -monomer- birtakım canlılar vardır. İsa'da da bu inkara aklen hak yoktur. Fakat anasız çocuk düşünülemez, böyle bir düşünce çelişki olur. Zira çocuk kavramında ana zorunludur. Bunun için Allah'ın bir çocuğa valid, yani baba olmasını tasavvur ederken o çocuktan önce ona anne ve Allah'a hanım ve eş olabilecek dişi bir eş tasavvur etmek gerekir. Halbuki her türlü sonradan olma ve ihtiyaç kusurlarından uzak, göklerin ve yerin yaratıcısı olan tek celal sahibi Allah'ın bir eşi, bir karısı olması imkansızdır. Şu halde Allah'ın bir ana olması imkansız olduğu gibi, doğuma vesile olma yoluyla bir çocuğa baba olması da imkansızdır. Yani ne ana olması mümkündür, ne de baba. Ve bu imkansızlık O’ nun noksanından, kısırlığından değil, icadın mucidi olduğundan dolayı mutlak kemalinden ve noksansızlığındandır. O bütün gökleri ve yeri örneksiz varetmiş, وَخَلَقَ كُلَّ شَئْ her dilediği şeyi de yaratmıştır.
Göklerin ve yerin bütün içeriğini, bu arada babaları, anaları, çocukları ve bu arada ona baba ve ortak olduğu iddia edilenlerin hepsini ve İsa'nın şekillendirdiği kuşu, onlardan ortaya çıkan yaratıkların da hepsini O yaratmıştır. Basit maddeler de O'nun mahluku, bileşikler de O'nun mahlukudur. Madde de O'nun mahluku, suret (şekil) de O'nun mahlukudur. Cisimler de O'nun mahluku, ruhlar da O'nun mahlukudur. Hissedilenler de O'nun mahluku, düşünceler de O'nun mahlukudur. Görünen alem de O'nun mahluku, görünmeyen alem de O'nun mahlukudur. Hayır yapanlar da O'nun mahluku, şer işleyenler de O'nun mahlukudur. Cinler de O'nun mahluku, insanlar da O'nun mahlukudur. Hasılı kendisinden başka bugüne kadar vücuda gelen bütün masiva (Allah'dan başka her şey) O'nun icadı ve yaratmasıdır. O ancak kendisini yaratmamıştır. Çünkü kendisi ezeli ve ebedi olarak vacibü'l-vücud (varlığı zatının gereği), diri ve kayyum (herşeyi tutup koruyan)dır. Bir de ortak yaratmamıştır. Çünkü O'nun ortağının bulunması imkansızdır.
Yaratılanın, ezeli yaratıcıya ortak olması da mümkün değildir; bu, kendisi için bir kısırlık, bir eksiklik değil, mutlak kemaldir. Varlık ve kudret açısından böyle olduğu gibi, وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ O, herşeyi de bilendir. Ondan hiçbir şeyin gizlenmesine de imkan yoktur. خَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ “Her şeyi yarattı” ifadesinden sonra zamir ile وَهُوَ بِه۪ عَل۪يمٌ“O, onu bilendir” buyurulmayıp da بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ “Her şeyi bilendir” diye«شَيْء» “şey” kelimesinin nekre (belirsiz) olarak izhar edilmesi, bu iki şeyin şümul ve faydalanmada farklı olduklarına işaret eder. Çünkü خَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ “Her şeyi yarattı” cümlesindeki «شَيْءٍ» “şey”den Allah'ın kendisi aklen müstesnadır. بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ “Her şeyi bilendir” cümlesinde ise müstesna değildir. Yani Allah, hem kendini, hem kendinin dışındakileri, herşeyi tamamiyle ve aynıyle bilir. Onun ilmi, şekillenme, örneğe bağlanma ve bir şekle girme suretiyle değil, ayni ve ihata edicidir. Ve hatta her şeyin aynı ve kendisi Allah'ın ilmindedir. Onun için yaratma ve icad etmeye gücü yeten ancak O'dur. Halbuki O'nun dışındakiler, O'nun gibi her şeyi bilmez. Şu halde var olma ve gücü yetme bakımından hiçbir şey Allah'a denk olamayacağı gibi, ilim itibariyle de öyledir. Ne göklerde ve yerde, ne de parça ve bölümlerinde, ne cisimlerde, ne ruhlarda; ne meleklerde, ne şeytanda, ne insanda; ne açıkta, ne kapalıda, kısaca bütün kainatta Allah'a ne bir denk, ne de hemcins veya ortak yoktur. Ve olması ihtimali de yoktur. Allah'a ortak tasavvuru, bilgisizlik ve çelişkiden ibaret ve mümkün olmayanı tasavvurdan başka bir şey değildir. Çocuk tasavvuru da şirk tasavvurundan ortaya çıkmıştır.
102- İşte Rabbiniz Allah bu! O'ndan başka ilah yoktur; O, her şeyin yaratanıdır. O'na kulluk edin, O her şeye vekildir.
ذٰلِكُمْ İşte odur ki, yani şu anılan sıfatın sahibi göklerin ve yerin icad edeni, eşden, çocuktan uzak, her şeyi yaratan, herşeyi bilen en mukaddes ve ulu zattır ki, O da اَللّٰهُ Allah'tır. Zatı ve sıfatı bakımından ibadete layık hak bir ilahtır. “Allah” denince ancak onu anlamalıdır. رَبُّكُمْ Rabbınızdır; sahibiniz, terbiyeciniz, veli nimetinizdir. “Rab” denince de ancak O'nu anlamalıdır. لاَۤ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ Başka ilah yok, ancak O vardır. Başkasının mabud olmaya, ibadet ve kulluk edilmeye hakkı yoktur. Bu hak, ancak O'nundur. Çünkü O, خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ her şeyin yaratıcısıdır. Bunu tekrar sanmamalıdır. Zira birinci “her şeyin yaratılması”, geçmişe ait, bu ise geleceğe bakmaktadır. Yani bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, bundan böyle gelecekte de herşeyin yaratıcısı O'dur. İlahlık, mabudluk da yoktan varedicinin yaratıcının hakkıdır. O halde فَاعْبُدُوهُ siz de ancak O'nu mabud tanıyınız, O'na ibadet ve kulluk ediniz de ondan başkasına tapmakla kendinizi düşürmeyiniz. وَهُوَ O, bütün bu sıfat ile beraber عَليٰ كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ her şey üzerine ve herşeye karşı vekildir de. Her hususta ve her şeye karşı O'na dayanılır ve tevekkül olunur ve her iş O'nun tasarruf ve idaresine teslim edilir. Yani bütün yaratıklardan her birinin de Allah'ın yaratmasıyla asil olduğu bir hakkı vardır. Ve bu şekilde bir sebepler alemi ve insanın o sebepler ile ilgisi de vardır ki, Allah onların hepsini hak ve adaletle yaratmıştır Ve insanın, hem yaratıcısının, hem kendisinin ve hem onların hakkını teslim etmesi gerekir. Bununla beraber insanın hakkı bu sebeplerden hiçbirine kesinlikle mahkum olmamasıdır. Sebeplere hakim olamayan ve onlara tapma mevkiinde bulunan insanlar her şeyden ve o ölçüde Hak'tan ve yaratıcıdan uzaktır. Çünkü sebepler bir kaç şeyden ibaret değil, sayılamayacak kadardır. Bunların hepsine boyun eğmekle ne onların hakkı verilir, ne insanın, ne de yaratıcının. Zira hiçbir şey, hatta insan ve melekten resuller de yaratıcının yerini tutacak vekil olamaz. Fakat yaratıcı hepsinin üzerinde Rab ve malik olduğu gibi, her şeye karşı vekildir de. O, her şeye karşı, her şeyin hakkını müdafaa eder ve hakkı yerine getirir, işleri ve menfaatları düzeltir ve tanzim eder. Hem kendi adına asli velayet, hem yaratıkları adına vekillik velayetini toplayan, her hususta emin ve mutemed olan bir yöneticidir. Bunun için özellikle O'na kullukla, O'nun haklarına ve emirlerine uymakla her şeyin hakkı yerine getirilir. Ve O'na dayanmak ve teslim olmak, O'ndan yardım istemek, ve emir almakla kendisinden başka herhangi bir şeyin, herhangi bir sebebin hükmüne galebe olunup her ihtiyaç bitirilebilir.
Şu halde eğri ve çıkmaz yolları bırakıp da tevhid ve ihlas ile doğrudan doğruya bir Allah'a kulluk etmek yalnız bir hak ve vazife değil, aynı zamanda Allah'tan başkasına karşı mağlub olması ihtimali olmayan bir dayanma noktasından sonsuz bir kuvvet ve yaratılmışı yaratana yaklaştıran çok yüksek bir şeref ve hürriyet, ebedi bir saadet feyzi kazanmaktır. اَلاَۤ اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “Sadece Allah taraftarları kurtuluşa ermişlerdir” (Mücadele, 58/22). فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ “Muhakkak ki, Allah taraftarları üstün geleceklerdir” (Maide, 5/56) neticesine ermektir. اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım bekleriz” (Fatiha, 1/5) anlaşması bu, doğru yol budur. Ve bundan dolayı hiçbir şeye değil, ancak Allah'a dayanarak yalnız Allah'a ibadet ve kulluk ediniz, bütün ümit ve sevginizi ve bütün korku ve haşyetinizi O’na bağlayarak ve her işinizi O’na ısmarlayarak, bütün istek ve seçimlerinizi O’nun emirlerine ve irşadlarına bağlayarak hareket ediniz. Ona samimi ibadetle dünya ve ahirete ait ihtiyaçlarınızın yerine getirilmesine çalışınız. O'nun yaratması ve emri, yardımı ve izni olmadan ne insanlar, ne cinler hiçbiri bir iş göremez. Gerçi لاَ تُدْرِكُهُ اْلاَبْصَارُ O'nu bütün gözler anlayamaz ve hatta kendinden başka hiçbir göz O'nu kavrayıp ihata edemez وَهُوَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارَ ve fakat O, gözlerin hepsini idrak ve ihata eder, görür, bilir. Gözler kendini anlayamazken, onları anlayan, anlatan, gören, gösteren, gerçeği bilen ancak O'dur.
_____________________*_______________________
Yorumlar
Yorum Gönder