Âl-i imrân, 3/7. Ayet Meali : "O, sana Kitab'ı indirendir. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihdir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, "Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır" derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar." ------- Kur'an-ı Kerim T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı-------
Âl-i imrân, 3/7. Ayet
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
O, sana Kitab'ı indirendir. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihdir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, "Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır" derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.
Kur'an-ı Kerim
T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı
—————————
Âl-i imrân, 3/7. Ayet
هُوَ الَّـذ۪ٓي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌۜ فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
Odur indiren sana bu muazzam kitabı. Bunun bir kısım âyatı vardır muhkemat. Onlar Ümmü’l-Kitap" ana kitap, diğer bir takımları da müteşabihattır, amma kalblerinde bir yamukluk bulunanlar sade onun müteşabih olanlarının ardına düşerler. Fitne aramak, te'vilini aramak için, halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir, ilimde rüsuhu olanlar da derler ki: Amenna hepsi Rabbimizden, maamafih özü temiz olanlardan başkası düşünemez.
Kur'an-ı Kerim
T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı
—————————
Âl-i imrân, 3/7. Ayet Elmalılı Hamdi Yazır Tefsirinden:
هُوَ الَّذ۪ۤي اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ Ey Muhammed! O eşi ve benzeri olmayan, aziz ve hakim olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi. Şu halde bunun hikmet yoluyla anlaşılması lazım geleceğini unutmamalısın! مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ Bunun ayetlerinin bir kısmı muhkemattır. Manası ve murada delaletleri kesin, kelime ve cümleleri başka anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, muhkemdir, هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ bunlar üm-mü'l-kitaptırlar, kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. Hak ile batılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır. İlimde ve amelde peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidayet için deliller bunlardır. Diğerleri bunlara irca ve havale edilir. Tevrat'ın İncil'e, İncil'in Kur'an'a irca olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi lazım geleceği gibi, bütün Kur'an ayetlerinde de bu muhkemat esastır. Üstelik bunların her biri ayrı ayrı olarak “kitabın anaları” değil, tevhid inancının sistemini oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. Herbir muhkem ayet, diğer muhkem ayetlerle karşılaştırılmak şartıyla manaları ve hükümleri yakından tayin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla beraber birbirine göre mutlak veya mukayyed, umum ve husus, takrir ve tefsir, istisna veya tahsis veyahut nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında muhkemlik ilişkileri bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak muhkem ayetlerin muhkemliklerinin kuvvetinde, manaya ne yönde delalet ettiklerinde ve maksadın neresini kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki; bunlar zahir, nass, müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkematın bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'an ilminin muhkem usullerindendir. Bunu hesaba katmayan, yani muhkematın tamamını bir bütün olarak düşünmeyen veya düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikra yapmadan anlamaya, delil getirmeye ve kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi elde edemezler, mutlaka hata ederler.
İşte ayetlerin bir kısmı böyle kitabın anası olan muhkemat, bunların karşılığında da وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ diğer bir kısmı da müteşabihattır. Yani her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli manalara ihtimali olan ayetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça seçilemez. Aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafi) veya müşkil veya mücmel veya mümteni' (imkansız) bulunur. Bu ayetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama gelme olasılıkları muhkemat ile mukayeseleri sayesinde giderilebilir. Zahir karşılığında hafi, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel, muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşabih vardır. Binaenaleyh kitap, bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslup ile müteşabihatın muhkemata dönüşmesi bakımından, o asla irca edilmesi bakımından hepsi muhkem demektir: لاَ رَيْبَ ف۪يهِ“Bunda hiç şüphe yoktur.” (Bakara, 2/2) ve كِتَابٌ اُحْكِمَتْ اٰيَاتُهُ “Bu öyle bir kitaptır ki, ayetleri muhkem kılınmıştır.” (Hud 11/1) ayetleri bunu açıklar. Bunun aksine bu hikmete aykırı olarak müteşabihat kitabın anası farzedilir de muhkem olan ayetler müteşabihat ile te'vil edilirse, yani müteşabih ayetler esas kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşabih olmuş olur ve كِتَاباً مُتَشَابِهاً مَثَانِىَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذ۪ينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ “Allah kelamın en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir kitap olarak indirdi ki, Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir...” (Zümer, 39/23) hükmü açığa çıkar.
“Muhkem” kelimesi lügatte bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşabüh, benzeyenlerden her birine de müteşabih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan zihni onları birbirinden ayırd etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehet, (yani benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşabühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez olurlar. اِنَّ الْبَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا “Muhakkak ki, o inek bize teşabühlü oldu.” (Bakara, 2/70), تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ “Kalbleri teşa-bühlü oldu.” (Bakara, 2/118), وَاُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهاً “Ve onun müteşabihi kendilerine verilecek.” (Bakara, 2/25) ayetlerinde geçtiği gibi. Demek ki teşabüh seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir manadır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırd etmeye yol bulamadığı bir şeye dahi müteşabih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek gibidir. Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir. Bu şekilde Kur'an'ın ve Kur'an ayetlerinin muhkemliği ve müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, manaları ve ahkamı gibi çeşitli yönleriyle ele alınabilir.
Ayetlerinin fasılaları, uyumları ve daha başka birbirine benzer tekrarları ve edebi sanatları açısından teşabüh ve sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu yönden bakıldığında اُحْكِمَتْ اٰيَاتُهُ “Onun ayetleri muhkem kılınmıştır.” ayeti ile كِتَاباً مُتَشَابِهاً “müteşabih kitap” birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin açıklamasıdır. Fakat nazmın bu ayet içindeki delaleti itibariyle muhkem ile müteşabih, zıt ve karşıt anlamdadırlar. Şüphe yok ki, manasını kesinlikle bildiren ayet muhkem ayet, kesinlikle bildirmeyen de muhkem değildir. Bu ayette ise muhkem ile müteşabih karşıt olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki te'vil karinesi de manaya aittir ki, tefsir usulü ilminde de muhkem ile müteşabih böyle ele alınmıştır. Bir sözün sırf kipine göre manası belli olursa ona “zahir” denilir ki, muhkem çeşitlerinin en aşağı derecesidir. Bunun tevile veya tahsise veya nesha ihtimali bulunabilir. Fakat bunlar karineye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı müddetçe zahirinde kesinlik ifade eder. Eğer bu mana kelamda sözün kendi siyakı olmuş olursa, sözü söyleyen de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda artık te'vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir. Nihayet nesih ihtimali yoksa, gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle teyid edilmiş ise, bu da özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü, bilmeyi ve amel etmeyi gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi daha kuvvetli ise o tercih edilir.
Bunlara karşılık, bir sözün esas anlamı lafzının sigasından değil de başka bir arızi sebeple gizli tutulmuş bulunursa hafi; böyle değil de mananın haddizatında çok ince, herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz edemeyeceği, edenlerin de derinden derine düşünmedikçe kavrayamayacağı derecede kapalı olması veya bir bedii istiare bulunması gibi bir sebepten doğan bir gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının çeşitli manalara eşit olarak gelme ihtimali olur da bu manalardan hiç birinin tercihine karine bulunmazsa, fakat bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması umuluyorsa mücmel; gerçekten murad edilen manayı anlamak ümidi ve ihtimali kesilmiş olursa o da katıksız müteşabih olur.
Kur'an'ın müteşabih ayetlerinden birçoğu böyle çok manalı olduğundan dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır. Birçoğu da bir muhkem mana etrafında onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve değişik işaretlere delalet içerdiğinden dolayı icmal veya işkal ve kapalılık ile dikkat çekerler. Böylece muhkem zımnında müteşabih, müteşabihin yanında muhkem de bulunur. Bir ayette birçok mana katlarını derecelendirir ki, zamanı geldikçe bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların akışı içinde hissedilerek anlaşılır. Sonra edep ve ahlak veya diğer hikmetlerden dolayı açıkça emredilmesi veya ifade edilmesi mahzurlu olan kinaye ve ta'riz şeklinde daha belağatlı ve daha etkili olan zımni (üstü kapalı) anlatım da vardır. Nihayet bütün açıklamalar tevhid nizamı üzere vahdetten kesrete (birden çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan bire doğru) giderken, gerek nisbetlerde ve gerek tasavvurların hududunda beşeriyet dillerinin henüz lügatını ortaya koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve benzerini görmediği nice manalar ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin bilmediğiniz daha neler var gibi bir muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber, müteşabih bir misal ve bir ima ile sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. Bu gibi ayetlerin bazısını bugün anlayamayanlar yarın anlayabilirler. Bazısını da Allah'dan başka kimse bilmez ki, tam anlamıyla müteşabih işte budur. Ahiretle ilgili izahlar kısmen böyledir. Bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle benzerlikler ve birleşebilir noktalar da vardır. Hasılı müteşabihin kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma; müşkilin hükmü, araştırmayla beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve araştırma; asıl müteşabihin hükmü de duraklama ve Allah'a teslim olup sığınmadır.
Bu muhkemat ile müteşabihat tam karşıt birer şık olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine mahsus özel bir anlam ifade ederler. Bunlardan her biri kendi özel manasına göre ele alındığı takdirde söz konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden bu taksimin dışında kalmış olur. Böylece muhkemat tabiri ilk dörde, müteşabihat tabiri de ikinci dörde şamil olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar. Bu ayet böylece Allah kelamının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbata ilişkin en büyük bir kuralı öğretmiştir ki, herhangi bir kelamı veya kitabı iyice anlayabilmek için akılda ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usul-i Tefsir ilminde bunlar bütün uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle kanun ve hukuk meselelerini anlamak için bu usul ilmi, en zaruri bilgi şartlarındandır.
Müteşabihat için bir de şu taksim vardır: Lafız cihetinden müte-şabih, mana cihetinden müteşabih, her iki cihetten müteşabih. Lafız cihetinden müteşabih ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır. Tek kelimedeki müteşabih mesela, “ebb ve yeziffun” gibi kelimenin garipliğinden veya “yed ve ayn” gibi müşterek anlamlı olmasından ileri gelir. Cümlenin yapısından doğan müteşabih ya çok kısa söylemekten, yani özetlemekten veya sözü uzatıp manayı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten veyahut şiirde vezin ve nazım zaruretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. Mana bakımından müteşabih olanlar Allah'ın sıfatlarıyla ahiret hayatına ait olan ayetlerde olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini algılamaya imkanımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya yetişemeyeceğimiz manalardır. Her iki bakımdan müteşabih olan başlıca beş kısımdır: Umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik bakımından, nasih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekan ve ayetin nazil olduğu toplumdaki adet ve gelenekler bakımından ki لَيْسَ الْبِرُّ بِاَنْ تَاْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا “Evlere arka duvarlarından atlayıp girmeniz Allah katında iyilik ve sevap değildir.” (Bakara, 2/189) ayetinde olduğu gibi. Bir de fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.
İşte kitabın ayetleri böyle muhkemat ve müteşabihat şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl uyulacak ümmü'l-kitap da müteşabihat olanlar değil, muhkemattır. فَاَمَّا الَّذ۪ينَ ف۪ى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ Amma kalblerinde eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk alanlar, فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ muhkematı bırakırlar da kitabın müteşabih olan ayetlerinin peşine düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü ابْتِغَاۤءَ الْفِتْنَةِ fitne çıkarmak, hakkı ve hakikatı karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan çıkarmak ve belaya uğratmak isterler, وَابْتِغَاۤءَ تَاْو۪يلِه۪ ve onu kendi gönüllerine ve keyiflerine göre eğri büğrü te'vil etmek arzusunu beslerler. Halbuki وَمَا يَعْلَمُ تَاْو۪يلَهُۤ اِلاَّ اللّٰهُ onun te'vilini, yani mealinin ve sonunun nereye varacağını Allah'dan başka kimse bilmez. Genel anlamda müteşabihat içinde, özel anlamda müteşabih olan bir kısım vardır ki, bunun mealini, gerçek maksadına uygun olarak ancak Allah bilir. Bundan dolayı bütün müteşabihatın te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. Allah Teala'ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda gizli, meçhul bir şey bulunmadığı halde, O'ndan başkasına böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan ilahi kitapta dahi hal böyledir. وَلاَيُح۪يطُونَ بِشَيْئٍ مِنْ عِلْمِه۪ۤ اِلاَّ بِمَا شَاۤءَ “O'nun dilediğinden başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.” (Bakara, 2/255), وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Bakara, 2/232). Zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolmaz. Meçhuller bilgi ile ve o bilglerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur. Öğretim ve irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmeyenleri bilinenlere dönüştürmektir. Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi derecesine göre, onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları çözdürür. Bundan dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur. Cenab-ı Hak kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce kendini ve başkasını ayıran bir muhkem ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz olarak meçhul şeyleri sezdirir. Bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek yakin bilgiler haline getirir. Hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen gibi sistemli bir şekilde akar gider. Allah'ın bilgisi ise sonsuzdur. Sonradan olma (hadis) olan insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz, onu ihata edip boyutlarına ulaşamaz. Böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim ve öğrenme yolunda yürümek de en büyük ilim, en büyük marifettir. Bundan dolayı insan ilimde hangi mertebeye ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla bilinmesi gereken meçhuller bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen meçhulü sezmek ise müteşabihat karşısında bulunduğunu bilmektir. Daha doğrusu geçmişe ve geleceğe, ezele ve ebede ilişkin olan her beşeri ilim, müteşabih olmak konumundan kurtulamaz. Hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şahid olduğu ve müşahede ettiği kuvvette kesinlik yoktur. Her tecrübe ve gözlemin bir öncesine ve bir sonrasına doğru attığı adım bir müteşabihlik ile ilgilidir. İlmin en kuvvetli gerekçesi olan tecrübe zaruri bir gerekçe değildir. Bu konuda en sağlam ve en genel belge, sebebin ve şartların devamlılığından çıkan, olağan tekdüzeliktir ki, bu da ilahi iradeye dayanmaktadır. Binaenaleyh beşer ilminin müteşabihattan kurtulması mümkün değildir.
İşte insanlara Hakk'ın iradesini gösterecek hidayet için ilahi bir öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan ilahi kitaplar, tamamen bu gidişata, yani, ilahi düzenin gerçeklerine uygun ve paralel olarak muhkemat ve onun karşılığında müteşabihat ile indirilmiş bulunmaktadır. Tevrat ve İncil'in de muhkematı ve müteşabihatı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap muhkemat idi. Fakat Tevrat'ta pekçok olan müteşabihatın bir kısmı, İncil'de muhkemlere irca edildikten başka, daha diğer müteşabihat gösterildiği gibi, Kur'an'da da bütün geçmiş kitapların müteşabihleri muhkemata irca edildi. Ayrıca derin birtakım müteşabihat daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya arkasına düşülmekten sakındırılarak, muhkemata irca metodu da açıkça öğretilmiştir. Bu arada insanlar için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de çözülemeyen ve Allah'ın bilgisine havale edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir zaman tükenmeyeceğini, muhkemattan sonra bile gerçek anlamda müteşabihlerin var olacağını bilmek ve itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk ve insanlığın gayesi açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır. Beşer ilminin değerine ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık ve matematik ölçüsünde ona zaruri bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik aramak çelişkidir. Bunun için, ilahi kitaplarda müteşabihat bulunmamalı idi şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir düşünce varlığın dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot halinde sürüp gitmesini ve Allah'ın bilgisinin sona ermesini farzetmek, ya da bütün sonsuzluğuyla ve bütün canlılığıyla ilahi bilgilerin, muhkem bir şekilde beşere öğretilmesi ve Allah Teala'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık ortaya koymanın mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teala'nın beşer ilmini, belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere, noksandan olgunluğa ve kemale doğru, ebedi bir hayata yönelerek ilerlemesine engel olması lazım geleceğini iddia etmek, hasılı ilahi feyizde cimrilik istemek demek olurdu.
Her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha alınması gereken mesafe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp bitirilemeyecek başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah Teala'nın bunları insanlara verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdirmeyip birçok yönden gizlemesi ve bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve ölçü olmak üzere bahşettiği usul ve muhkem delilleri belli ve sınırlı bir noktada tutması, dünkü ilimden yarın için, dünyadan ahiret için istifade ettirmemesi nasıl olur da ilahi hikmetin gereği olabilirdi? Bunun hikmete uygun olduğu nasıl düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı herşeyi halletmiş, bitirmiş iddiasında bulunan ve müteşabihatın bütün bütün ortadan kaldırılmasını arzu eden ve tecrübeyi, teşabühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir ilmilik ve isbatçılık iddiası cehaletten başka birşey değildir. Buna karşılık, muhkematı esas alan güçlü ve aydınlık bir isbat yolu ve metodu üzerinde yürümeyip, doğrudan müteşabihata sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik içerdiğini inkar edip şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri yalnızca bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını Allah'dan başka kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra mı şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı, cennete mi cehenneme mi götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı havada çıkmaz yollarda dolaşmak da haddini bilmemek ve ilahi hidayeti dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru koşmaktır ki, bunu kalblerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık bulunanlar yaparlar.
Esbab-ı Nüzul'de zikredildiği üzere hıristiyanların İncil'deki <اَبْ> (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder; Kur'an'daki وَكَلِمَتُهُۤ اَلْقَاهۤا اِليٰ مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُ “O'nun Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve O'ndan bir ruhtur” (Nisa, 4/171) müteşabih ayetine, Allah'dan doğmuş bir ruh manası vererek ve Hak Teala'nın doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve kayyum, aziz ve hakim halık ve bari-i musavvir bulunduğu hakkındaki muhkemata bakmayarak, Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi, yahudilerin «الۤمۤ» gibi huruf-i mukattaa denilen başlıkları “ebced hesabı” ile te'vil ederek bunlardan Muhammed ümmetinin ömrünü, kıyametin kopacağı zamanı çıkarmaya kal-kışmaları da bu türden bir olaydır. Bunlar ya heva ve heveslerinden başka bir şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din deyince herhangi bir hakikatle ilgisi olmayan bir oyuncak anlarlar. Din meselesinin kayıtsız şartsız hakka uymak demek olduğunu bilmek istemezler. Bu konuda muhkem olan isbat yoluna yanaşmazlar ve onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri şüphelere ve vehimlere sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan şeylerde, rumuz ve sembollerde, muamma ve müteşabihatta boş ve havai şeyler ararlar; müteşabihatı, şüpheye basamak yapmak için muhkemata üstün tutarlar. Yine bunun gibi, birtakım mülhidler de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve anlaşılınca hükmü kalmaz gizli ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla bütün muhkematı müteşabihata irca etmeye çalışırlar. Her şeyi kuşkulu hale getirmek, hep garip ve acaip şeylerden bahsetmek, en belli gerçekleri bile birer efsane gibi göstermek isterler ki, bunlar bilinen yolda yürümektan hoşlanmazlar.
Diğer bir kısımları da kendi bilgileri herşeyi çözmeye yetermiş gibi, kainat düzeninde, geçmişte ve şimdiki halde veya sonsuza dek sürecek olan gelecekte sanki hiç bilinmedik birşey yokmuş gibi, müteşabihatın hakikatını kökünden red ve inkar eder; anlamadığı, anlayamayacağı bir hakikat işitirse, ona hurafe, efsane, esatir deyip geçerler ki, bunların hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından ve haddini bilmezlikten ileri gelir. Bunlara karşılık وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ ilimde rüsuh sahibi (uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen ilim erbabı da يَقُولُونَ şöyle der: اٰمَنَّا بِه۪ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا biz bu kitaba inandık, muhkemi ve müteşabihi ile hepsi Rabbimiz katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir. Hakikate وَمَا يَذَّكَّرُ اِلاَّۤ اُولُوا اْلاَلْبَابِ böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkıyla düşünemez, kendi zihnindekini bile iyice seçip net alarak düşünemez, muhkematı esas alarak hafi, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşabihatı bile doğru dürüst te'vil edemez. Bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının değil, muhkematın mertebeleri ile müteşabihatın mertebelerini seçebilen, te'vili caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini bilen, ilahi bilgiye havale edilmesi gerekenleri O'na havale eden, kamil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve seven, hasılı hikmete mazhar olmuş rasih alimlerin hakkı vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve müteşabih hepsinin hakikatına iman ederler ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler. Kaypaklıktan ve sapıklıktan sakınırlar da bu düşüncelerle işte şöyle dua ederler: رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalblerimizi haktan saptırma, bize kendi katından rahmet ihsan eyle! Çünkü Sen çok ihsan edicisin.” رَبَّنآ اِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لاَ رَيْبَ ف۪يهِ “Ey Rabbimiz! Muhakkak ki Sen, insanları, geleceği şüphesiz olan o günde bir araya toplayacaksın!” Gerçekten de اِنَّ اللّٰهَ لاَ يُخْلِفُ الْمِيعَادَ Allah sözünden dönmez, sözünün ve kararın miadını şaşırmaz.
İşbu وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ “ilimde rasih olanlar” ilahi ifadesinde “vav” harfi isti'nafiye veya atıf olmak üzere iki türlü bağlantı vardır ki, birincisinde yukarıda açıklanan mana doğrultusunda اِلاَّ اللّٰهُ“Ancak Allah bilir.” üzerinde kelam tamam olmuş ve cümle sona ermiş olur, vakf-ı lazımdır. Zaten mushaflarda da durulması gerektiğini göstermek için buraya «م» işareti konmuştur. Müteşabihatın te'vilini Allah'dan başkası bilmez. İlimde rasih olanlar bile şöyle derler, demek olur. Bu tefsir bağlantısı Abdullah b. Abbas'dan, Hz. Aişe'den, Hasan'dan, Malik b. Enes'ten, Kisai ve Ferra'dan ve birçok seleften rivayet olunmuştur. Diğerinde ise “vav” atıftır. O zaman cümle ancak وَمَا يَعْلَمُ تَاْو۪يلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فى الْعِلْمِ üzerinde tamam olur ki, müteşabihin te'vilini Allah'dan ve ilimde rüsuh sahibi alimlerden başka kimse bilmez demek olur. Bu da yine Abdullah b. Abbas'dan, Mücahid'den, Rebi b. Enes'ten ve daha başkalarından rivayet olunmuştur. Kelamcıların ve müteahhir alimlerin birçoğunun tercihi de budur. Mesele müteşabihin sıhhatli ve doğru olarak te'vilini Allah'dan başkası bilebilir mi, bilemez mi noktasına bağlıdır.
Te'vil: Lügattaki aslı bakımından, herhangi bir şeyi varacağı gayeye, hedefe vardırmak demektir. Bilhassa bir lafzın mealini, yani varacağı manayı alıp tefsir eylemeye denilir. Te'vil ya doğru ve sıhhatli bir te'vil olur, ya da yanlış ve bozuk bir te'vil olur. Bir sözü hiç ihtimal bulunmayan bir manaya çekmek veya ihtimali olan manalar içinde daha uygunu ve daha kuvvetlisi varken en uzaktaki ihtimale çekmek fasid ve batıl bir te'vil olur. Te'vil her halükarda haklı bir gerekçeye ve sebebe dayanmalıdır. O sebep, o delil bulunduğu zaman, çoğu yerde hafi olan açık olana, mecaz da hakikate tercih edilir. Aksi halde yapılan te'vil indi ve fasittir. Bundan dolayı muhkematı hiç gözönünde tutmadan müteşabihatı arzuya göre te'vil etmek, sapıklık demek olduğu zaten ayette açık seçik söylenmiş olduğundan bunda şüphe yoktur. Fakat muhkematı esas almak, cidden hüsnüniyet ve konunun şartlarına riayet ederek hareket eylemek üzere, müteşabihat için “işte bundan murad budur” diye hükmederek doğru ve sıhhatli bir te'vil yapabilmek alimler için mümkün müdür, değil midir?
Bu mesele üzerinde çok ihtilaf edilmiş olduğu görülüyor. Kur'an' da kıyametin vakti, saati, zebanilerin sayısında vesairede bazı sayıların özellikleri ve daha başka bazı hususların Allah'dan başka kimseye malum olmadığında ittifak vardır. Buna karşılık birçok ayetlerin de ittifakla te'vil edildiğinde hiç şüphe yoktur. Bunun için bu babdaki ihtilafın, ihtilaf olmaktan ziyade tefsir ilmi açısından büyük faydası bulunduğunu anlamak gerekir. Ayetteki her iki yorumdan her biri kendi açısından çok anlamlı olarak maksadı ayrı ayrı yönlerden dile getirmişlerdir. Şöyle ki, yalnızca özel anlamıyla veya genel anlamıyla herşeyi inceden inceye, bütün ayrıntıları ve bütün sonuçlarıyla müteşabihin mana ve te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez. Fakat genel anlamı bütün ayrıntılarıyla değil de şöyle yüzeysel olarak düşünecek olursak, bunlardan bir kısmının ilimde rüsuh sahibi alimlerin de bunu bilebileceğini anlatmak istemiştir. Yalnızca birinci rivayet olsaydı, ayetin zahirinden çıkan anlama göre ilimde rüsuh sahibi alimlere te'vilden herhangi bir hisse ve pay düşmezdi. وَمَا يَذَّكَّرُ اِلاَّۤ اُولُوا اْلاَلْبَابِ “Bunu, üstün akıllılardan başkası düşünmez.” ayetiyle deuyumlu olmazdı. Yalnızca atıf rivayeti, yani ikinci rivayet olsaydı, o zaman da ilimde rüsuh sahibi alimlerin müteşabihatı bütün yönleri ve çeşitleri ile eksiksiz bilebilir, hepsinin te'viline akıl erdirebilir, yani Allah'ın bildiği gibi bilebilir oldukları anlaşılırdı. İşte buradaki “vav”ın dahi böyle müteşabih bir şekilde ortaya konmuş olması, buradaki her iki şıkka uygun olarak atıf şeklinde düşünüldüğünde müteşabihatın yüzeysel; istinaf şeklinde düşünüldüğünde te'vil konusunun derinlemesine ve bütün yönleriyle dikkate alınmış olduğunu gösterir. Binaenaleyh وَمَا يَعْلَمُ تَأو۪يلَهُۤ إلاَّ اللّٰهُ “onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez.” ayetinde müteşabih genel anlamı üzerine hamlolunup vakıf yapıldığı takdirde özetle mana, وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِ۪يلَ كُلّهِۤ اِلاَّ اللّٰهُ“Bütününün te'vilini Allah'dan başkası bilmez.” demek olup, bazılarını Allah'dan başkasının muhkemata başvurmak ve ona uymak suretiyle bilebilmelerine engel olmayacağını atıf rivayeti izah eder. Şu halde te'vil açısından müteşabih üç esasa ayrılır:
Bunun için biz daha önce yukarıda selefin tercihi üzere hem اِلاَّ اللّٰهُ üzerinde vakfın lüzumunu tercih ettik, hem de “vav”ın atıf olduğu suretinde manaya işaretini gösterdik. Yalnızca atfı tercih etmek, Kur' an'da rasih alimlerin anlayamayacağı ve Allah'ın bilgisine havale etmeye mecbur olacağı hiçbir şey yokmuş gibi bir ihtimali de içine alabilir. Bir kelamdan hiçbir şey anlaşılamamak, kelamda hitap edilenlere yönelik hiçbir fayda bulunmadığı düşüncesine kapılarak böyle bir ihtimali zannedenler olmuşsa da doğru değildir. Şüphesiz ki, Kur-'an'da anlamsız ve boş bir lafız mevcut değildir. Sure evvellerindeki huruf-i mukatta'ada bile çeşitli anlayışlar ve sezişler sözkonusudur. Mesele anlaşılanın sınırını belirlemede, esas itibariyle murad edilmiş olan mananın tayin ve tesbitindedir. Hitabın faydası ise bu tesbite bağımlı değildir. Yine yukarıda kabul ettiğimiz şekilde sonsuz araştırmalara müsait konuların bulunduğunu sezdirmek, insan bilgisinin değerini tayin ettirmek, insanların bilgi derecelerine göre çeşitli anlayışlar, zevkler ve faydalar bahşetmek ve nihayet rasih alimleri derin derin düşündürmeye yöneltmek gibi daha birçok fayda söz konusudur. Bu açılardan bakıldığında hitapta faydalar bulunduğu görülür. Kur'an'ın öyle işaretleri vardır ki, bunlar Kur'an ilmi ile uzun uzadıya uğraştıktan sonra sezilmeye, sonra da olayların gelişmesi ile te'vili anlaşılmaya başlar. Lafızları manaya irca etmek şeklindeki te'vil ile manayı olaylara uygulamak şeklindeki te'vil arasında da fark vardır. Binaenaleyh Kur'an'ın tefsirinde مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ “Biz seni hakkıyla tanıyamadık.” diyecek noktalar bulunduğunu hiçbir zaman unutmamak ve her zaman Kur'an'ın muhkematına iyi sarılmak lazım gelir. Bu ayetler bize Kur'an ayetlerinin genellikle mealini tayin etme işinin tamamen rasih alimlerin yetkisinde olmadığını ve Kur'an nazmının ve özellikle mü-teşabihatının ibadet ölçüsünde aynen korunmasına dikkat edilmesi gerektiğini de gösterdiği için, mana tayini demek olan terceme me-selesinin ne kadar ağır ve tehlikeli bir iş olduğunu iyi düşünmek gerekir. Daima Cenab-ı Hak, kalblerimizi fitneye yöneltmekten ve keyfi te'vile kapılmaktan, kaypaklıktan ve sapmaktan korusun.
Yorumlar
Yorum Gönder