Ana içeriğe atla

Bakara Suresi 62. Ayet ve Maide Suresi 69. Ayetlerin Elmalılı Tefsiri

Bakara Suresi 62.Ayetin Elmalılı Tefsiri:



Meâl-i Şerifi:
62- Şüphe yok ki, iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiîler, bunlardan      her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerse      elbette Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.
Tefsiri:
62- İslâmiyet'e zahirde iman etmiş olanlar, yani, Muhammed dinini dilleriyle ikrar      ettiklerinden dolayı insanlar arasında müslüman sayılanlar, Musa dinine mensup      olan yahudiler, İsa dinine mensup hıristiyanlar, bu üç dinin dışındaki dinlerden      olanlar yani onlardan her kim, Allah'a ve ahiret gününe, bu sûrenin başında      beyan buyurulduğu üzere, gerçekten dış görünüşleriyle ve içyüzleriyle iman      eder ve bu imana yaraşır şekilde iyi bir iş yaparsa şüphesiz bunların Rableri      katında ecir ve mükafatları vardır. bunlara korku yoktur ve bunlar mahzun      da olacak değillerdir, yani, yapılan inzarlar, uyarı ve tehditler bunlar hakkında      değildir. 
İnsanlar  Âdem'in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenab-ı Allah kendilerine "Eğer Ben'den size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara      herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara, 2/38) diye herhangi bir zamanda gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? İşte Âdem'in tevbesinin semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete  kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Ve bu âyet ilahî kanunun bir inkişafıdır.      Şu halde yahudiler gibi zillet ve meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına      uğramış olanlar bile her ne zaman tevbe eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden      iman ederek, Allah'ın son zamanda gönderdiği hidayete uyar ve ona göre salih      amel işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat bulurlar.      Sonuçta sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar. Lakin bundan      yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mü'min ve müslüman sayılmak      yetmez, hatta belli bir süre salih kişi olarak yaşamış olmak da kâfi gelmez.      O imanda sebat edip, güzel bir sonla gitmek, yani son nefeste iman ve güzel      amel ile Allah'a kavuşmak lazımdır. 
Bu      sûrenin baş tarafında "İşte onlar Rabblerinden gelen bir hidayet üzeredirler      ve gerçekten kurtuluşa erenler de ancak onlardır." (Bakara, 2/5) müjdesinin      kimlere mahsus olduğu bilinmektedir ve bunda "Sana indirilene ve senden      önce indirilene inananlar." (Bakara, 2/4) şartı da bulunmaktadır. Bunun      için ahirete iman ve gerçek anlamda yakîn de bütün peygamberlerle birlikte      Hz. Muhammed'e (s.a.v.) ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus      bulunduğu tebliğ edilmişti. Şu halde cümlesiyle beyan buyurulan gerçek imanın      Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi      lazım geldiğinde hiç şüphe yoktur. Zaten bu âyetin bilhassa bu noktadan İsrailoğulları'na      hitap şeklinde bir icmal olup, bütün bu açıklamaların İslâm dinine davet sadedinde      ve "Sizin yanınızda bulunan kitabı doğrulayan bu kitaba (Kur'ân'a) iman      edin ve onu ilk inkâr eden olmayın!" (Bakara, 2/41) ilâhî emrini desteklemek      için gelmiş olduğunda şüpheye yer yoktur. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden      önce Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve iyi amel işleyenler bile Tevrat      ve İncil hükmünce geleceğin büyük peygamberine iman ile mükellef idiler, buna      işaret olmak üzere "Ahdimi yerine getirin." (Bakara, 2/40) buyurulmuştu.      Böyle iken Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında      gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkan kalır mı? Allah'a ve hesap gününe      imanı bulunan ve bu iman ile mütenasip salih amel işleyecek olan kimselerin      Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr etmelerine imkan tasavvur olunabilir      mi? Tarih sayfalarının şahitliğinde Hz. Muhammed'in peygamberliğinden daha      açık, daha belirgin hangi peygamberlik vardır? Şu halde gökyüzündeki yıldızlardan      bazılarını kabul edip de güneşi inkâr edenlerin Allah'a karşı imanlarında      ciddiyet ve samimiyet tasavvur etmek gerçekle bağdaşmayan bir çelişki teşkil      eder. Dikkat çekici olan şey şu ki, bu âyette iman, biri insanlara nazaran      zahirî, diğeri Allah katında geçerli, hakikî iman olmak üzere iki defa zikredilmiş      ve her şeyden önce "iman edenler" sözü, yahudilere, hıristiyanlara      ve sâbiilere mukabil tutulmuştur. Demek ki, bu üçü, Kur'ân'ın sözkonusu ettiği      imanın mutlak olarak dışındadırlar. Bununla beraber zahirî iman sahipleri      bunlarla eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu kâmil iman ve salih amel şartına      bağlı gösterilmiştir. Demek ki, gerek zahirî mü'min olan müslümanlar, gerek      müslümanların dışında kalan yahudi, hıristiyan, sâbiî vs. Kur'ân'da yer aldığı      şekilde Allah'a ve ahiret gününe dış görünüşte ve içyüzüyle cidden iman eder      ve salih ameller yaparlar ve bunda sebat gösterirlerse o zaman "Onlara      korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar." ifadesinin sırrına mazhar      olacaklardır ki, bunda da İslâm dininin davetiyle ve hidayetiyle bütün insanlara      açık ve cihanşümûl bir din olduğu aşikar olur. Bu âyetten nihayet şu sonuca      geliriz ki, İslâm dininin hakim olduğu müslüman toplumun teşekkülü için İman-ı      Hakikî (gerçek iman) şart değildir. Onun zahirî bir ikrar ile dahi gerçekleşmesi      sözkonusu olduğu gibi, bunun içinde dünyaya ait nokta-i nazarlarla bir siyasî      anlaşma ile öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile hayat haklarına      mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdî veya ictimaî (sosyal) anlamda      gerçek selamet (kurtuluş) ancak kâmil iman ve salih amel sahiplerine vaad      olunmuştur. Çünkü toplumun temel direği ve nizamın esas dayanağı bunlardır.      İşte İslâmiyet'in gerek dünya, gerek ahiret için vaad ettiği selamet ve saadetin      sırrı da bu gerçeğin içinde gizlidir. Şu halde kâmil iman ve salih amel erbabının      bilgi ve amel feyizlerinden mahrum olan, sadece dış görünüşüyle müslüman bulunan      bir İslâm toplumunun "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar."      ilâhî va'dine mazhar olması sözkonusu değildir. Allah'a imanı olmayanlar,      hakkı yerine getiremezler, ahirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler.      Herkesin yalnızca kendi nefsi için çalıştığı bir toplumun manzarası "Kimsenin      kimseye faydası dokunmayacağı günden korkun!"(Bakara, 2/48) âyeti ile      tasvir edilen kıyamet gününün bir benzeridir. 
Yahudi:      Arapça'da (hâde-yahûdü-hevden) esasen tevbe etmek mânâsına olduğu gibi, Yahudi      olmak mânâsına da gelir. Deniliyor ki, Araplar arasında bunlara Yahudi denilmesi,      ya daha önce geçtiği gibi, buzağıya tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri dolayısıyladır,      yahut da "Yahûza" isminin Arapça söylenişi sebebi iledir. Yahûza      ise Hz. Ya'kub'un on iki evladının en büyüğünün ismidir. Buna göre; Yahudî,      İsrailoğulları'nın on iki boyundan birincisinin adı olması gerekirken, öneminden      dolayı zamanla bütününe birden isim olmuştur. Bu demektir ki, "Yahûd"      cins ismi olarak kavmin veya boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığında "Yahudî"      denilir ki, o kavme mensup olan kişi demektir. 
Nasârâ:      "Nasrânî" kelimesinin cem'îdir (çoğuludur). Keşşâf'ın beyanına göre;      tekil (müfred)i "nasran"dır ve sonuna mensubiyet "ya"sı      geldiği zaman Ahmedî gibi mübalağa anlamı ifade eder. Hıristiyanlar kendilerine      bu ismi vermişlerdir ki, bu da üç ayrı sebebe bağlı olarak beyan ediliyor:      
1-      Hz. İsa'nın nâzil olduğu (indiği), "Nasıra" köyüne nisbettir. İbnü      Abbas, Katade, İbnü Cüreyc bu görüştedirler. 
2-      Aralarında tenâsur (yardımlaşma) bulunması, yani birbirlerine yardımcı olmaları      yüzünden bu adı almışlardır.
3-      Hz. İsa, havarîlerine "Allah'a giden yolda bana yardım edecek kimdir?"      (Âl-i İmrân, 3/52) buyurmuş, onlar da "Allah'ın yardımcıları biziz."      (Âl-i İmrân, 3/52) diye cevap verdikleri için bu isimle anılmışlardır. 
"Nasrânî"      Grekçe'ye "hıristiyan" diye tercüme edilmiştir ki, "Hristos"a      nisbettir. Frenkler "Kırist" diye telaffuz ediyorlar. Hıristos,      halaskâr, fidye-i necat (can kurtarma akçesi) ödeyerek kurtaran "müncî"      diye açıklandığına göre "Nasrânî" bunun Arapça'sıdır. Şu halde "nasranî"      hıristiyan, "nasârâ" da hıristiyanlar demek olur. 
Sâbiîn:      Yahut "sâbîe" hakkında da çeşitli görüşler vardır. Evvelâ lügat      bakımından denilir ki, "filan adam dininden çıktı, filan dine girdi."      demektir. Bu anlamdan dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e diyorlardı.      Çünkü eski dinlerine aykırı yeni bir din ortaya koyuyordu. Ayrıca yıldızlar      doğuş yerlerinden çıkıp yükseldikleri zaman denilir. Binaenaleyh gerçek lügat      anlamı itibariyle ve karşılık karinesiyle "Sâbiîn" izafî bir anlam      taşıdığından, İslâm, Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin      mensuplarına şâmil olur. Bununla beraber geleneksel bir deyim olarak daha      özel ve dar anlamlarda da kullanılmıştır. 
1-      Katade'nin açıkladığı şekilde bunlar, meleklere tapan bir taifedir. 
2-      Yıldızlara tapan bir taife oldukları da tefsirlere geçmiştir. Fahruddîn Râzî,      akla yakın olan budur, der. Ve bunların başlıca iki görüşleri vardır: Birincisi;      derler ki, "Âlemin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Lakin Allah, yıldızlara      saygıyı ve bunların ibadet için kıble yapılmasını emretmiştir." İkinci      iddiaları ise şudur: "Allah Teâlâ, burçları ve yıldızları yaratmıştır.      Fakat bu âlemdeki hayır ve şerri, sağlığı ve hastalığı meydana getiren, canlıları      yöneten ve yönlendiren yıldızlardır. Şu halde bu dünyanın, bir anlamda Rabbi      onlardır ve insanların onlara saygı ve ta'zim göstermeleri vaciptir. Çünkü      onlar da Allah Teâlâ'ya ibadet ederler ve insanlara aracı olurlar." derler.      Bu mezhep, Gildânîlere mensup olanların görüşüdür ki, Hz. İbrahim bunları      red ve iptal için peygamber olarak gönderilmiştir . Bunların Hz. Nuh'a ve      bazı rivayetlerde Hz. İdris'e nisbet iddiasında bulundukları da söylenir.      Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır.      Maide sûresinde bununla ilgili açıklama gelecektir. (Bkz: Maide, 5/69).
=-=

Maide Suresi 69.Ayetin Elmalılı Tefsiri:

Meâl-i Şerifi:
69- Muhakkak ki inananlar, yahudiler, sabiiler ve hıristiyanlardan kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse, onlar için bir korku yoktur, onlar      mahzun da olmayacaklardır.
Tefsiri:
69- Şunda şüphe yoktur ki bütün iman edenler, yani münafıklar da dahil olmak üzere görünüşte  iman etmiş olan, müslüman adını taşıyanlar, yahudi olanlar, aynı şekilde sâbiîler (yıldızlara tapanlar) hıristiyanlar, bütün bunlardan, her kim Allah'a ve ahiret  gününe gerçekten iman edip imanının gereğine yaraşır güzel işler yaparsa, bunlara ne bir korku vardır, ne de bunlar üzülürler. Görülüyor ki bir benzeri      Bakara sûresinde geçen bu âyette önce iman edenler ve yahudiler, hıristiyanlar,      sâbiîler diye dört sınıf zikredilmiş ve bu şekilde yahudiler, hıristiyanlar,      sâbiîler, müminlere karşılık ve şu halde müminden başka olarak gösterilmiş      ve sonra Allah'a ve ahirete iman edip güzel amel yapanların korku ve hüzünden      kesin olarak âzâde olacakları da müjdelenmiştir. Bundan ise bu vaad ve müjdenin      bu dört sınıftan ancak müminlere mahsus olduğu ve yahudiler, hıristiyanlar,      sâbiîler bu üçünün bu müjdeden hariç bulundukları ve bununla beraber bunlar      da iman ederlerse müminler sınıfına dahil olup aynı vaad ve müjdeye nail olacakları      ve şu halde bunların da ümitsiz olmayıp hemen tevbekâr olarak iman ve güzel      amel yapmaya girişmelerinin lüzumu anlaşılacağı açıktır. Zira "mümin ve mümin      olmayan her kim mümin ise bahtiyardır" denilince bu bahtiyarlık mümine tahsis      edilmiş ve mümin olmayan istisna edilmiş olur. Ve "mümin ve mümin olmayan      her kim mümin olursa bahtiyar olur" denildiği zaman da mümin olmayana iman      teklif edilmiş ve bu şart ile ona da bahtiyarlık vaadolunmuş olur. İşte bu      âyetin gayet açık ve âşikâr olan mânâsı ve sevkedildiği yönü (mâ sîka lehi)      budur. Ve bunun içindir ki, yukarda olduğu gibi, bundan sonraki âyetlerde      de bu üç sınıfın küfürleri ve iman kabiliyetleri açıklanmıştır. Bundan başka      müminlerin, önce yahudi, hıristiyan ve sâbiîler ile bir tarzda zikredilip      bir araya getirilip de sonradan hepsine birden "Allah'a, ahiret gününe inanan"      diye şartlı kazıyye (önerme) ile hükmolunmasında başka nükteler de vardır:      
Birinci olarak,      müminlere de gösteriliyor ki ahirette korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, yalnız      zahirî (açıktan) iman ile hasıl olmaz. Müslümanlık zahiren mümin görünmekten      ibaret değildir. Zahirî bir müslümanlığın, yahudilik, hıristiyanlık ve sâbiîlikten      büyük bir farkı yoktur. Korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, dıştan ve içten      tekit edilmiş, artırılmış hakiki bir iman ve bununla beraber salih amele bağlanmıştır.      Hakiki iman olmadan güzel amel, dünya için faydalı olsa bile ahiret için faydalı      olmaz. Sonra, güzel amel olmadan sadece hakiki iman mümkün ise de kamil (tam)      olmaz; ebedî azabtan kurtarsa bile, mutlak korku ve hüzünden kurtarmaz. Çünkü      âsî müminlere de azab vardır. Ve en azından muhtemeldir. Şu halde dinin kesin      müjdesi hakiki iman ile güzel amelin birleşmesindedir. Gerçek imanın ilk esası      Allah'a ve ahiret sorumluluğuna gerçekten ve bütün varlığıyla ciddi olarak      inanmaktır. Ve yukardan beri anlaşıldığı üzere Allah'a gerçekten inanmak da      Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatlarına, önceden ve sonradan indirdiği ve gönderdiği      her şeye, her doğruya, her hükme gönderdiği ve inzal ettiği şekilde inanmakla      mümkün olur ki, bu indirilenler zaman zaman artar ve gelişir ve Allah'a ciddi      olarak inanan hepsine inanır. Ahirete iman ise sonunda sorumluluğa, iman ve      amel edip edilmediğine göre sevap ve cezaya, bir gün gelip iman ve amel edenlerle      etmeyenlerin hesabı görülüp mükafat ve cezalarının verileceğine ciddî bir      şekilde inanmaktır. Nitekim Bakara sûresinin başında "Sana indirilene ve senden      önce indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler." (Bakara, 2/4)      ve Nisâ sûresinde "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini      ve ahiret gününü inkâr ederse o uzak bir sapıklığa düşmüştür" (Nisâ', 4/136)      buyurulmuştur. Salih (güzel) amele gelince, bu da Allah'a ve ahirete imanın      gereğine göre ve Allah'ın indirdiği ve gönderdiği delillere ve hükümlere,      haber vermeye ve isteğe uygun olarak tam ihlas (samimiyet )ve hüsn-i niyyet      (iyi niyet) ile Allah'ın hoşnut olacağı güzel ameller yapmaktır. Bunun içindir      ki bundan önceki âyette buyurulmuş ve yalnız Tevrat ve İncil'in ikamesi (hükümlerinin      yerine getirilmesi) bile bu konuda yeterli olmadığı ve Allah tarafından bütün      indirilenlerin yerine getirilmesi istendiği anlaşılmıştı. Şu halde, "Kim Allah'a      ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, onlara hiç bir korku yoktur,      onlar mahzûn da olmazlar" âyetinin mazmûnunun sonucu, 
"Hayır, kim      işini güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse, onun mükafatı Rabbının yanındadır.      Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara, 2/112) âyetinin içerdiği      mânânın aynıdır. Ve nitekim Bakara sûresinin âyeti bu mânâ ile özetlenmiştir.      
İkinci olarak      gösteriliyor ki, Allah'ın hükümlerinde dünyaya ve ahirete ait iki değer ve      bunlar da biri zahirî (açık) ve siyasî, biri de hakikî ve tam mânâsıyla dinî      iki manzara vardır ki, birisi "muhakkak iman edenler", diğeri de "kim Allah'a      inanırsa" ile ifade edilmiştir. Zahirî ve siyasî görüş açısından İslâm hükmü      altında müslüman ve gayri müslim toplanır. Bu yönden zahirî müminlerin, yahudi,      hıristiyan ve sâbiîlerden büyük bir farkları yoktur. İslâm siyasetinde her      biri mensûb oldukları dinleriyle tanınır, din hürriyetlerine riayet edilir,      o dâirede özel varlıkları gözetilir, müslüman olmaları için zorlanmaz, inançlarına      karışılmaz, kendi dinleriyle başbaşa bırakılırlar. Din açısından her biri      inançlarına göre Tevrat ehli Tevrat'a; İncil ehli incil'e; öbürleri de itikatlarına      bırakılır, müslüman da müslümanlığına sevkedilir. Ahkam (hükümler) ve dünyaya      ait muameleler açısından ise hepsi "Bizim lehimize olan onların da lehine,      aleyhimize olan da onların aleyhinedir" sözünün delaleti üzere hukuk ve görevlerde      eşit ve aynı anayasaya tâbi tutulur. Bundan dolayı vazifesine riayet eden      bu mümin olmayan kişi, bir mümin gibi veya ondan daha çok dünyaya ait hazzı      (nasibi) alabilir. Şu halde İslâm'ın vaad ettiği mutlak saadet yalnız bu yönden      değil, ahiret ve akıbet (sonuç) itibariyledir. Çünkü sonunda kendini tamamen      kurtaracak, korku ve hüzünden kurtulacak olanlar zâhir (dış)i ve bâtın (içi)ı      mükemmel gerçek mümin ve müslüman olanlardır. Ve işte zahire göre eşitlik,      hakikat ve akıbete göre farklılık ifade eden bu nokta İslâm hükmü altında      bulunan yahudi, hıristiyan ve sâbiîlere dünyada müslümanlarla beraber eşitlik,      adalet, hürriyet vaadiyle bir müjdeyi ve görünüşte müslümanlara bir inzar      (korkutmay)ı ve gerçek müslümanlara da bir mutlak müjdeyi içine alır. Ve şu      halde âyetin birinci kısmı İslâm şeriatının dünyaya ait hükümlerini özetleyen      siyasî ve sosyal bir değeri, ikinci kısmı da tam mânâsıyla dinî hükmü özetleyen      mutlak bir değeri göstermekte ve o siyaseti, böyle hakikî bir imanın devam      edeceğini göstermektedir. Bakara sûresinde İslâm devletinin tamamen kurulmadan      önce "Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım" (Bakara,      2/40) emrine uygun olarak yapılan bu vaad ve müjde Mekke'nin fethi ile İslâm      devletinin tamamen kurulmasından sonra, bu Mâide sûresi âyetiyle "akitleri      yerine getirin" emrine ekli olarak sözlü ve fiilî olarak tekit ve tesbit edilmiştir.      Ve bu tekit ve kararlaşmadan başka iki âyet arasında esas itibariyle hiçbir      fark yoktur. Gerçi Bakara sûresi âyetindeki "Rableri katında onların mükafatı      vardır." (Bakara, 2/62) kısmı burada zikredilmemiştir. Fakat "onlara ne bir      korku vardır, ne de üzülürler." bunu gerektirdiğinden öncekindeki açıklamaya      dayanarak burada icaz olunması (kısaca anlatılması) ayrı bir mânâ ifade etmez.      Bir de orada atf-ı müfred kabilinden "yâ" ile mansûb ve "nesarâ"dan sonra      geldiği halde, burada "kezâlik" (aynı şekilde) meâlinde atf-ı cümle takdirinde      "vâv" ile merfû, "nesârâ"dan önce zikrolunmuştur. Bu da gibi bir i'râb farkından      ibarettir ki, kelimenin esas mânâsında bir farkı gerektirici değildir. Şu      halde "sâbiîn" ne ise "sabiûn" da odur. İkisi de sâbiîler demektir. Bundan      nihayet sâbiîlerin yahudi ve hıristiyanlar arasında sebatsız bir halde bulunduklarına      veya hıristiyanlarda da bir çeşit sâbiîlik bulunduğuna bir işaret olabilir.      Fakat bundan dolayı bu iki cümlenin veya âyetin mânâlarında ve hükümlerinde      bir fark da lazım gelmez.
Bu açıklama      ve hatırlatmaya sebep şudur: 
Kur'ân'ın      Fransızca tercemesinde Kazimireski bu i'rab farkı yerine bir nisbet (ölçü)      farkı koyarak Bakara sûresi âyetindeki çoğulunu "sabeinler= les sabeites"      diye ve bu "Mâide" âyetindeki çoğulunu da "sabeenler=les sabeens" diye terceme      ederek iki âyeti farklı gibi ifade etmiş ve sonra dipnotunda "Sabiîler müteassıb      (tutucu) hıristiyanlardır ki bunları yıldızlara tapan ve şu halde müşrik olan      sabiînlerle karıştırmamak gerekir." diye bir de hatırlatma yapmıştır. Gerçi      ilerde göreceğimiz üzere sâbiîn adı altında biri kitap ehli, biri müşrik iki      sınıf bulunduğu da zikredilmiş olduğuna göre, bu hatırlatma pek esassız değilse      de bununla sâbiîni sâbiûndan başka göstermek ve âyetlerden her birini, birine      tahsis ederek ayırmak ve terceme etmek doğru değildir. Öncekindeki yahudi      ve hıristiyanlar ile ikincisindeki yahudi ve hıristiyan da fark aramak doğru      olmadığı gibi, sâbiîn ile sâbiûn da öyledir. Nikah, kurban meseleleri gibi      fer'i hükümlere göre kitap ehli ve müşrik ayırımının bir hükmü, bir faydası      olabilirse de asıl imana davet eden ve imanın şartlarıyla ilgili bulunan bu      gibi âyetlerde bu farkın ve bu hatırlatmanın hükmü yoktur. Çünkü kitap ehli      olanlar iman edince kabul edilecek de müşrikler iman ederse reddolunacak değildir.      Zira "Her kim Allah'a ve ahirete hakikaten iman eder ve samimiyetle çalışırsa      onlara korku ve hüzün yoktur" hüküm cümlesi öyle bir genellemedir ki, zikredilen      dört sınıftan başka olmak üzere tasavvur olunabilecek dinli, dinsiz, mecusî,      zındık ve diğerleri herhangi bir sınıf ve herhangi bir ferdin iman ettikleri      ve güzel amel yaptıları takdirde aynı hükümde dahil olacaklarını beyan etmiştir.      Bununla beraber anılan ayırım büsbütün asılsız olmadığı gibi, iki sınıf yine      bir hükümde birleşmiş olmak itibariyle iki âyeti birbirine çarpıştıracak çirkin      bir hata da değildir. Nihayet her âyetten bağımsız ve birbirini tekit ve onaylama      olmak üzere anlaşılacak olan bir mânâyı iki âyet toplamından müşterek olarak      ve tekitsiz anlatmak istemiştir. "Zeyd okursa mesut olur, Amr okursa mesut      olur" demekle, "Zeyd ve Amr okurlarsa mesut olurlar, evet Zeyd ve Amr okurlarsa      mesut olurlar" demek arasında bir taaruz (zıtlaşma) bulunmadığı gibi hükümde      bir fark da yoktur. Fakat Frenkler bakınız bunu nasıl kötüye kullanmışlardır.      
Fransızca      "Kur'ân Analyse" (tahlil edilmiş Kur'ân) adında bir eser vardır ki, bunda      Fransızlar tarafından Kur'ân'ın Kazimireski tercemesi esas alınarak sûreler,      âyetler çeşitli ve birçok konulara göre tahlil edilerek ve bölünerek parçalanmış      ve altlarına ara sıra müsteşrikler tarafından bir takım notlarda konulmuş      ve mukaddimesinde bu kitabı tertipten maksad müslümanlar üzerine memur olacak      Fransızlara müslümanları kitaplarıyla kandırabilmeleri için, Kur'ân'ın içeriğini      öğretmek ve özellikle Cezayir müslümanları üzerinde Fransız siyasetine bir      hizmet etmek olduğu da açıklanmıştır. Bu eserde bu iki âyet "tolerans" yani      musamaha konusu altında toplanmış ve altına şöyle bir dipnot eklenerek denilmiştir      ki: 
"Eski müslüman      müctehitleri bu Bakara sûresi âyetini, beşinci sûre olan Mâide âyeti ile neshedilmiş      (kaldırılmış) olmasını istiyorlar. Bu ise mezhep tutuculuğunu her ölçünün      dışına çıkarmaktır. O birisi, yani Bakara sûresi âyeti, gibi diğer âyet de      tolerans hususunda daha yüksek bir ruh ile ispat ediyorlar ki, en az dinî      olduğu kadar siyasî bir zat olan Hazreti Muhammed şartların, zamanların, mekanların      ve durumların gerekli sonuçlarına uyuyordu. Onun hadisini açıkladıklarını      ve anlattıklarını iddia eden ilk müctehidler ise, müminlerin askerî başarılarıyla      heyecanlanarak Kur'ân'ın insânî olan verilerini, (mebâdi-i mevhûbesi) ilk      verilerini unuttular. Fakat hayli zamandan beri Batı'nın her şeyde kazanmış      olduğu üstünlük, İslâm'ın en büyük siyasi mahfillerindeki gururları özel bir      şekilde sûkûnete kavuşturdu. Şüphesiz ki diğer imamlar, yani kanun babaları      gelecek bu işi tamamlayacaktır..." Böyle demiş ve nihayet: "şimdi Fransa'da      yeni bir mezhep kurulmasına girişilmiştir ki, mevcut olan esaslı üç mezhepten      daha az ortodoks olmayacaktır" diye bir fıkra da ilave yapılmıştır. 
Müslümanları      gayret ve ictihad (çalışmay)a sevkeden, fakat müslümanlık için değil, yeni      Fransız mezhebine simsarlık etmek için sevketmek isteyen ve siyasî gayelerle      kaynaşan bu sözler Frenk eserleriyle meşgul olan heveskâr (hevesli) ve gafil      gençler üzerinde yanlış kanaatlar bırakmış olduğu için, biz burada tefsir      açısından biraz daha bahsi uzatmak mecburiyetinde bulunuyoruz. 
Önce şunu      hatırlatalım ki, ne eski, ne yeni, ne müctehid, ne de müctehid olmayan İslâm      bilginleri yanında bu iki âyetten birinin birisiyle veya diğer bir âyetle      mensuh olmasını isteyen veya tasavvur eden hiçbir kimse yoktur ve olma ihtimali      de yoktur. Birçok yerlerde açıkladığımız üzere bütün müctehid imamlar ve önceki      sonraki bütün müslüman âlimler şunda ittifak etmişlerdir ki, iman ve itikad      (inanç) meseleleri gibi dinin esaslarında ve verdiği haberlerinde nesih mümkün      ve düşünülmüş değildir. Bu noktada İslâm ve Kur'ân, kendinden öncesini neshedici      değil, tasdik edici, teyit edici ve düzelticidir. Evet, nesih de bir gerçek,      bir kanundur. Neshi inkâr etmek, yaratılışdaki değişimleri inkâr etmek veya      âlemde değişimlerin kanunsuzluğunu iddia etmek gibi bir bilgisizlikten başka      bir şey değildir. Neshi inkâr etmek isteyenler şunu düşünmelidir ki, eğer      Allah Teâlâ'nın yaratma ve emrinde bir nesih kanunu olmasaydı âlemde ne bir      değişme olur, ne de akidlerde, anlaşmalarda ve konmuş kanunlarda insanlar      arası feshetme ve ilka (kaldırma) muamelelerine imkan bulunurdu. Fakat şunu      da bilmeli ki neshin konusu, ilgilendiği şey, ancak zaman ve mekanın değişmesi,      durumların ve menfaatlerin farklılığı ile ilgili olan fer'î hükümler olabilir.      Geçmiş dinlerde ve İslâm'ın başlangıcında mensuh olduğu açıklanan hükümler      de hep bu cümleden olanlardır. Yoksa ezeli hakikatlarda ameli değil, yalnız      ilmi istenen ve hatta zamanla ilgili olan doğru haberlerde de nesih olamaz.      Her zaman hak ve sabit olan din ve iman esasları, bütün Allah'dan gönderilmiş      dinlerde aynı olmak üzere saklanır, muhafaza edilir. Gerek bilgisizlikten      ve gerek şeytanlıktan doğmuş olarak tahrif sûretiyle girmiş olan batıl inançlar      ve fâsid fikirler ise, esasta olsun, füru'da olsun daima red ve iptal edilir.      Bahis konumuz olan iki âyet ise fürûattan değil, en yüksek iman esaslarındandır.      "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, işte bunlara hiçbir      korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." düsturu, bir ezelî gerçektir. Ve      bunu kabül ve tatbik etmeyen hiçbir din, hak din değildir. Muhammed Aleyhisselâm'ın      tebliğ ettiği bu gerçek, Musa'nın da, İsa'nın da ve bütün peygamberlerin de      tebliğ ettikleri bir hakikattır. Gerek geçmiş ümmetlerde ve gerek şimdiki      ümmetlerde hakikî müminler bu esasa uymuş olanlardır. Gerçekten müslüman ve      sonunda da mesud olacak olanlar bunlardır. yahudiler, hıristiyanlar ve sâbiîler      bu gerçeğe ciddî olarak iman ile uymadıkları ve bunu tatbik etmedikleri andan      itibaren kâfir olmuşlardır ve bütün münafıklar da böyledir. Aynı şekilde buna      imanı olup da tatbik etmeyen fâsıklar da korku ve hüzünden kat'î şekilde uzak      kalamayacaklardır. Bundan sonra her kim bu gerçeğe ciddî olarak iman eder,      sonuna kadar bağlanırsa, hiç şüphesiz hakikî mümin olur. Geçmişteki bütün      kötülükleri silinir, o mesutlar zümresine girer. Şu halde en yüksek iman esaslarından      bulunan böyle hakikatler nesih konusundan muhakkak hariçtir. Ve bunlarda mensuhluğu      söyleyen veya arzu eden müslüman düşünülemez. Eski yeni bütün İslâm âlimleri      bu noktada ittifak ettikleri halde Frenklerin "Eski müslüman müctehidleri      birinci âyetin bu âyet ile neshedilmiş olmasını istiyorlar." sözü açık bir      yalan ve açıktan açığa bir iftiradır. Ve bütün esası böyle bir iftiradan ibaret      olan diğer sözlerin durumu da bundan bellidir. Hem de bu iftira, kasıtlı değilse,      pek cahilcedir. Çünkü nesih, nefy ve isbat (olumluluk ve olumsuzluk) ile zıtlaşan      iki kanunun önce gelenine sonra geleniyle son veren bir değiştirme beyanıdır.      Bu âyetler ise sayılan sınıflar, bu cümleden olarak "sâbiin" ve "sâbiûn",      gerek birbirinin aynı olsun ve gerek Kazımireski'nin zannettiği gibi farklı      bulunsun, hükme gelince ikisinde de birbirinin aynı olan hükmünden ibarettir.      Burada nesih mümkün farzedilse bile ortada iki hüküm yoktur ki nesihten bahsedilsin.      Ne, neyi neshedecek? yine ile mi neshedilmiş olacak? Şu halde bu şekilde bir      nesih iftirasına kalkışmak, aynı zamanda bir bilgisizlik ilan etmektir. Fakat      bunu yapan müslüman müctehidleri değil, onlara hücum etmek için iftiradan      başka çare bulamayan ve yeni Fransız mezhebine davete çalışan o Frenk doktorlarının      kendileri olmuştur. Bu ise siyaset tutuculuğunu her ölçünün dışına çıkarmaktır.      Batının son zamanlardaki ihtilal üstünlüğüyle coşarak gururlarını ilan edenlerin,      gibi ilâhî prensiplere sarılan ve haktan başka bir şey düşünmeyen ilk müslüman      müctehidlerini, "müminlerin zaferleriyle coşmuş olarak insanî prensipleri      unuttular" diye kendilerine kıyas ederek insanlık dışı bir duygu ile tasavvur      etmeleri de garip bir iftiradır. Müminlerin zaferleriyle coşmuş olmak insanlığı      unutmak ise, mümin olmayanların üstünlükleriyle gururlanmak da insanî bir      şey olmayacaktır. 
İkincisi,      Hz. Peygamber'in sözlü ve fiilî hükümleri mabudluğu tebliğ ederken âleme en      yüksek bir siyaset dersi öğretmiş olduğu ve şartların, zamanların, zeminlerin      ve durumların gereğine uygun amelî hükümleri de tebliğ ve icra buyurduğu şüphesizdir.      Ve zaten nesih meseleleri de bu gibi hükümlerdedir. Bu da İslâm dininin her      zaman ve mekanda herkes için prensipler koyan bir hak din olması sebeplerinden      biridir. Fakat bu gibi değişen hükümler fer'îdir. Bunların başında usûl (esaslar)      denilen sabit hükümler vardır. Ve bunların ikisi de hak kanundur. Bu şekildedir      ki İslâm dini hem koruma, hem değişme kanununu içerir. Neshi inkâr edenler,      dini yalnız bir koruma kanunu olmak üzere düşünürler. Ve bunun için değişme      ve inkılâb noktalarında dinsiz kalırlar. Din ile siyasetin birleşmiyeceğini      sanırlar. Dini inkâr edenler de koruma kanununu ve sabit hükümleri inkâr ederler.      Her açıdan nesih ve değişim içinde yürümek ve sabit bir hak fikir duymamak      isterler. Halbuki En'âm sûresinde geleceği üzere âlemin cereyanı ve özellikle      beşer hayatı "Sizin için bir kalış süresi ve kalacak bir yer vardır." (En'âm,      6/98) hükmü gereğince, bir taraftan istikra (kalma) ve koruma, bir taraftan      bırakma ve değişme nizamları içinde yürür. Bunların biri illet ve sebebin      bâki kalmasıyla sebat ve devama; biri de gelişme ve ıstıfa (seçim) ile olgunlaşmaya      bakıcıdır. Bunun için koruma kanununa dayanmayan din, din değildir. Değişim      kanununu ihtiva etmeyen din de, kamil ve genel değildir. Ve İslâm dini her      ikisini içine alır. Ve şüphe yok ki koruma ve sabit kalma aslın, değişime      ve inkılâb fer'in vasfıdır. İnanacağım, iman ve itikad edeceğim, dayanacağım      prensip, herhalde sabit olmalıdır. Çeşitli zaman ve mekanda, çeşitli şartlar      ve durumlar altındaki değişmelerine göre icra ve tatbik edeceğim ölçüler de      değişimi mümkün şeyler olmalıdır. Şu halde şunu asla unutmamak gerekir ki,      Muhammedî siyaset dinde ve hakkın hükümlerinde hakim değil, din ve hakkın      hükümleri Muhammedî siyasetle beraber bütün Muhammedî varlıkta hakimdir. Bunun      için Hz. Muhammed dinî olduğu kadar politik değil, siyasetiyle, hayatıyla      ve bütün varlık ve insanlığıyla Hakkın emrine bakışını çevirmiş dinî bir zat,      bir Allah elçisi idi. Şartların gereğine uygun hükümlerle hareket ettiği zamanlarda      da o, şartlara ve çevreye değil, onları ona emreden Allah Teâlâ'nın emirlerine      ve sabit (değişmez) hükümlerine uyuyordu ki, bahis konumuz olan iki âyet de      işte bu değişmez hükümlerden ve bu esaslardan umuma karşı Allah'a iman ve      uyma gereğini haber veren hükmünde şartların ve durumların gereklerine uyma      yönünü isbat edecek hiçbir delalet yoktur. Tersine yalnız hakka ittiba ve      sayılan sınıflara karşı koyma vardır. "Kur'ân Analyse" yazarları bu âyetleri      parçalamayıp da Kur'ân'daki tertiplerine göre alt ve üstleriyle göstermiş      olsalardı, belki bu kadar saptırıcı sözler söylemeye cesaret edemezlerdi.      Bu cümleden olarak bu âyetin üstündeki iki âyet o kadar açık bir şekilde isbat      eder ki, Peygamber bu âyetleri çevresindeki insanların pek çok muhalefet ve      karşı çıkmalarına rağmen yalnız Allah'ın emrine ittiba ve sırf Allah'ın korumasına      dayanarak tebliğ etmiştir. Gerek Bakara sûresi âyetinin üst tarafı okunur      ve gerek "Ey inananlar, sizden önce kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden      dininizi eğlence ve oyun yerine koyanları dost tutmayın" (Mâide, 5/57) âyetinden      buraya kadar gelen ve daha gelecek olan âyetlere dikkat edilirse Kur'ân'ın      bunlara ne güzel cevaplar vermiş ve ne açık irşadlarda bulunmuş olduğu görülür.      (Bak. Bakara, 2/42; Nisâ, 4/46; Mâide, 5/59, 62, 63, 64) 
Bununla beraber      biz bu satırları haksız yere İslâm aleyhine çalışan Fransızlara karşı değil;      İslâm için hakkıyla çalışmayan, Allah'ını, Peygamber'ini dinini, diyanetini,      Kitabını, ahiretini unutup vazifesini yapmayan, kendinden geçmiş, bilgisizlik      ve düşüklük içinde şeytanlara kul olmak vaziyetine düşmüş müslüman kalıntılarına      sonlarını göstermek için yazıyoruz. Anlaşıldı ki Allah Teâlâ Kur'ân'ında zahirî      (görünürde) müminleri, yahudi ve hıristiyan, sâbiîn gibi karşıtlarıyla bir      ölçüde saymış ve kesin vaadini Allah'a ve ahirete gerçekten iman edip güzel      amel işleyen hakikî müminlere tahsis etmiştir. Batı ve doğu değişir, bu kanun      değişmez. Demek iş, mümin görünmekte değil, kâmil mümin olmakta ve bu iman      ile çalışıp son zaferi kazanmaktadır. İman ve İslâm hiç bir zaman mağlub olmaz,      burhan (delil) onundur. Fakat eksik ve fasık müminlerdir ki ona mağlubiyet      lekesi sürerler. 
Şimdi bu tartışmaya      sebep olan "sâbiîn" kelimesine gelelim: 
"es- SÂBİÎN"      : Kırâetlerin çoğunda "hemze" ile (yukarda yazıldığı gibi), Nâfi ve Ebu Ca'fer      kırâetlerinde de "hemze"siz "es-sâbîn", "es-sâbûn" okunur ki bunda ya "hemze"nin      "yâ"ye kalbi (dönüştürülmesi) ile veya aslında "hemze"siz olarak "sâbî"nin      çoğulu olmak üzere iki vecih (şekil) düşünülmüştür.
Arapça hemze      ile vezninde meşhur bir dinden diğer bir dine çıkana denilir. "Kâmus"ta der      ki, "dininden başka bir dine çıktı" "yıldızlar doğuş yerinden çıktı" demektir.      İbnü Esir de "Minhâc"ında der ki: Bir kimse dininden başka bir dine çıktığı      zaman denilir. Kureyş, İslâm dinine girenlere yerinde "masbû", müslümanlara      "subat" derlerdi ki "kâdî, kudât" gibi "sâbi "nin çoğuludur. "Sâbi'" ise gençlik,      cahillik sevdasıyla bir şeye meyletmek ve sevmek mânâsına "sabv = " ve "sabve=      "den ism-i fâildir ki "hevâî" ve "aşüfte" demek gibidir. Bundan başka "sâbiîn"      in muhaffefi de olur. Fahruddin er-Râzî demiştir ki, "Hemze ile kırâet (okumak),      mânâyı açıklamaya daha yakındır. Çünkü ilim ehli 'O, dinden, diğer dine çıkandır'      demişlerdir". Ebu Hayyân'ın ifadesine göre de "o, meşhur bir dinden, diğer      dine çıkandır". İşte bu mânâ, kelimenin tam Arapça olan mânâsıdır. Tam Arapça      olan bu mânâya göre "sâbiîn" ve "sâbiûn", "İslâm, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinden      hariç olanlar" mânâsına bir genellemeyi ifade etmiş olur ki, "müminler, yahudiler,      hıristiyanlar ve diğerleri" demek gibidir. 
Sonra, sâbie,      sâbiîn, sâbiûn veya sâbîn ve sâbûn, eski bir din veya özel mezhebe mensup      olan bir gruba, bir millete isim olarak söylenir ki, bu mânâca kelimenin aslı      Arapça olup olmadığı hakkında ihtilaf edilmiştir. Arapça olduğuna göre zikredilen      "sâbî" mânâlarının birinden alınmıştır. Arapça olmayıp Süryâni gibi diğer      bir dilden alınmış olduğuna göre ise aslı sâbidir. Şit Aleyhisselâm'ın ikinci      oğlu veya İdris Aleyhisselâm'ın oğlu olduğu iddia edilmiştir. Bu ihtilafın      özetine göre anlaşılıyor ki bunlar kendilerine sâbiy demişlerdir. Arap da      gerek bunlara ve gerek benzerlerine sapık veya "yıldıza tapan" mânâsına sâbiî      veya sâbî demişlerdir. 
Bunlar kimlerdir?      Ve bu nasıl bir mezhep veya dindir? "Kâmus"ta: "Sâbiûn Nûh Aleyhisselâm'ın      dini üzere bulunduklarını zannederler ve kıbleleri gündüzün yarısı sırasında      kuzey rüzgarının estiği yerdir" diyor. "Tehzib" de ise: "Sâbiûn bir kavimdir      ki, dinleri Hıristiyan dinine benzer. Ancak kıbleleri güney rüzgarının estiği      yerdir. Ve Nûh Aleyhisselâm'ın dininde olduklarını söylerler". deniliyor.      Tefsircilerin açıklamalarının özetine göre bunlar, yahudi ile hıristiyan veya      yahudi ile mecûsî veya hıristiyan ile mecûsî dinleri arasında bir gruptur      ki, hem kitap ehli denebilecek yönleri veya sınıfı, hem de müşrik veya putperest      denecek yönleri veya sınıfı vardır. Dinlerinin aslının, İdris veya Nuh Peygamberlerin      dini olduğu da söylenmiş; esasında meleklere veya yıldızlara taptıkları ve      puta tapıcılar oldukları da söylenmiştir. Anlaşılıyor ki sâbiîlik esas itibariyle      Allah'dan gönderilmiş olması düşünülen ve fakat zamanın geçmesiyle felsefî      ve siyasî etkiler altında birçok sapmalar ve değişmelere maruz olarak bir      gizlilik veya batınîlik kazanmış eski bir mezhebdir. Ve en az bunları ilk      sâbiîler ve son sâbiîler olmak üzere düşünerek, yerine göre aralarındaki müşterek      ve farklı yönleri bulunabilecektir. Tarihî bakış açısından ilk sâbiîler; Hind'de      ve eski Mısırlılarda, Süryânîler ve Gıldânîlerde az çok bir fark ile devam      etmiş bir mezhebtir. Ve bununla beraber bu mezhebi en çok temsil edenler Süryânî      ve Gıldânîlerdir. Eski Yunan ve Rum dinleri de bunların bir yansımasıdır.      Son sâbiîler de İsrailoğulları, İran, Yunan, Roma ve diğerleri gibi çeşitli      kültür ve medeniyetler altında kalmış olan Süryânî ve Gıldânî kalıntılarıdır      ki, bunlardan geri kalanları el-Cezire ve Musul taraflarındaki Nabatîler olmuştur.      Abbasiler devrinide Yunan eserlerini Arapça'ya terceme eden Sâbit b. Kurre      gibi filozof ve mütercimler bunlardan idi. da: "Ebu'l- Hasen Sâbit b. Kurre      el- Harrânî, Harran'da oturan sâbi'eden idi. Mezhebiyle ilgili vergiler, farzlar      ve sünnetlere dair; ölülerin kefenlenmesi ve defnedilmesine, inançlarına,      temizlik ve pisliğe dair risaleleri vardır. Oğlu Sinan b. Sâbit, Hürmüs'ün      "Nevâmis"ini Arapçaya çevirmiştir. Ve deniliyor ki, "sâbiûn"un nisbeti (sâb)      adır. Bu da İdris aleyhisselâmın oğlu (Tât) dır diye zikredilmiştir. 
Şihâbuddin      Ahmed b. Fazlullah el-Ömerî "Mesâlikü'l- Ebsâr" ında ve Ebu'l-Fidâ Tarihi'nde,      Ebu'l-İsâ el-Mağribi'nin kitabında nakledildiğine göre, "Süryân ümmeti, ümmetlerin      ilkidir. Ve bunların milletleri sâbiîn milletidir. Bunlar dinlerini Şit ve      İdris Peygamberlerden aldıklarını söylerler. Şit'e yakıştırdıkları bir kitapları      vardır, buna "Suhuf-i Şit" (Şit'in sayfaları) derler. Bunda kerem (cömertlik),      şecaat, doğruluk, yakına taraftarlık gibi ahlâki güzellikler ve iyilikler      zikredilmiş ve emredilmiş, kötülükler zikrolunup bunlardan çekinilmesi emrolunmuştur.      Sâbiîlerin bir takım ibadetleri de vardır. Bu cümleden olarak yedi vakit namazları      vardır ki beş vakti müslümanlarınkine uyar. Altıncısı kuşluk, yedincisi de      gecenin tam altıncı saatindedir. Namazları niyet ve bir de başka bir şey karıştırılmamak      itibariyle müslüman namazına benzer. Rükûsuz ve secdesiz cenaze namazları      da vardır. Otuz veya yirmidokuz gün oruç da tutarlar. Oruç ve fıtırlarında      hilale riayet ederlerdi. O şekilde ki fıtırlarında güneş, hamel (kuzu) burcuna      girmiş bulunurdu ve gecenin son dörtte birinden güneşin kursu (yüzü) batıncaya      kadar oruç tutarlardı ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın) denilen yıldızların      şerefli evlerine inişlerinde bir takım bayramları vardır. Ve hamse-i mütehayyire      (beş şaşkın), Zühal (Satürn), Müşte-ri (Jupiter), Mirrih (Merih), Zühre (Venüs),      Utarit (Merkür) tir. Mekke'nin Beyti (Kâ'be)ne de hürmet ederler. Fakat Harran      üzerinde bir yerleri vardır ki oraya haccederler ve Mısır ehramlarına da hürmet      ederler. Ve bunların biri Şit b. Âdem'in kabri, diğer biri Uhnuh'un (İdris'in)      kabri, biri de nisbet olundukları Sabi b. İdris'in kabri olduğu kanaatindedirler.      Ve güneşin şeref burcuna giriş gününe hürmet ederler. İbnü Hazm demiştir ki,      sâbîlerin mensub oldukları din, dinlerin en eskisi ve bir zamana kadar dünyada      galip olanıdır. Nihayet birtakım dinde olmayan yeni icatlar ortaya çıkardılar      ve bunun üzerine Cenâb-ı Allah bunlara Hz. İbrahim'i gönderdi". 
Şehristânî      "el-Milel ve'n- Nihal"inde dinler tarihi açısından der ki: İbrahim Aleyhisselâm      zamanında bütün insan grupları iki sınıfa dönüşmüş bulunuyordu: Sâbie, Hunefa.      Sâbie, biz Allah'ı tanımada; Allah'a itaati, emirlerini ve hükümlerini tanımakta      bir aracıya muhtacız. Fakat o aracının ruhânî olması gerekir. Çünkü ruhânîler      mukaddes, temiz ve Rablerin Rabbine yakındırlar. Cismânîler ise bizim gibi      yerler, içerler ve bizim gibi beşere itaat ederseniz zararda kalırsınız derlerdi.      Hunefa (hanifler) de biz beşer; bilgi ve itaatde beşer cinsinden bir aracıya      muhtacız. Bir beşer ki temizlik ve masumlukta, teyid (doğrulama) ve hikmette      derecesi, mücerred (soyut) ruhaniyetten daha yüksek olsun. Beşer olması durumuyla      bize benzeyen, ruhaniyeti yönüyle bizden üstün bulunsun da ruhaniyeti tarafıyla      vahy olsun, beşeriyeti tarafıyla da insan türüne telkin etsin. Derlerdi ki,      Kur'ân'da: "De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece elçi olan bir insan      değil miyim?" (İsrâ', 17/93), "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım, bana      vahyolunuyor" (Kehf- 18/110) âyetleri bu mânâya işarettir. Fakat yalnız ruhânî      elçiyi benimsemek isteyen sâbie, sırf ruhâniyette sıkışıp kalmaya, doğrudan      doğruya kendi zatlarına yakınlaşarak onlardan bizzat (aracısız) almalarda      bulunmaya da çare bulamadılar. Böylece bir kısmı tuttular rûhanilerin heykellerine      sığınarak bunlardan yardım dilenmeye kalktılar ki, bu heykeller yedi gezegen      ve bazı sâbitlerdir. Bu şekilde Rum sâbiesinin sığınağı gezegenler, Hind sâbiesinin      sığınağı da sâbitler oldu. Bir çoğu da heykellerden şahıslara; yani o yıldızların      Rum'da tabiatları, Hind'de seçkinleri dikkat nazarına alınarak görünüş şekillerine      göre yapılan müşahhas (somut) resimlerine tenezzül ettiler. Mücerret (soyut)      ruhâniyet tutuculuğu böyle tersine dönüp, ruh sahibi olan beşerin kendini      unutarak ruhsuz cisimler önünde boyun eğmesine dönüştü ve bu ruhâniyetin temsili      sayıldı. Bunlar düşünemiyorlardı ki, bu temsillerin, dolaylı olarak delalet      ettiği, mücerret (soyut) rûhâniyet değil, nihayet beşerî rûhâniyetin bir temsili      oluyordu. Fark edemiyorlardı ki bu temsiller, yıldızlardan ve onların rûhânilerinden      önce bir beşerî ruhun yanlış tasavvurlarını, meyletmelerini ve sapıklıklarını      ifade ederler. İşte bunlardan ashâb-ı heyâkil (heykelciler) denilen önceki      grup "yıldızlara tapanlar", ashâb-ı eşhas (şahıscılar) denilen ikinci grup      da "puta tapanlar" dır. İbrahim Aleyhisselâm her iki fırkayı, sözlü ve fiilî      olarak kırmak suretiyle kolaylık ve müsamaha ile bir büyük millet ve büyük      şeriat olan ve kıymetli din ve doğru yol bulunan "hanif"liği yerleştirdi ve      yaydı. Onun oğullarından olan peygamberlerin hepsi de bunu yerleştirip sağlamlaştırıyorlardı.      Özellikle şeriatımızın sahibi Muhammed Mustafa (s.a.v) bu yerleştirmede en      sona ve en yüksek maksada erişti. Burada en dikkate şâyân olan nokta şudur      ki, tevhid, hanifliğin esaslarının en özelidir. Bunun için Kur'ân'da anıldığı      her yerde haniflik, şirki reddetmeye yakın olarak zikredilmiştir. "İbrahim,      ne yahudi, ne de hıristiyan idi, dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de      değildi" (Âl-i İmran, 3/67); "Allah'a ortak koşmadan, hâlis olarak Allah'ı      birleyenlerden olun" (Hacc, 22/31). 
Sâbîilik ilk      zamanda yalnız heva ve hayvaniyetleri, kişisel baskıları ve hissî temayülleri      peşinde koşan Haşişiyye, Tabiiyye ve Dehriyye'nin ruhî sefaletlerini görerek      insanlık ve azimlikten tiksinip bir takım sınırlar ve aklî hükümler kabul      etmiş ve bunun esaslarını vahy ile teyid edilmiş kanunlardan almakla beraber      görüşlerini aklî soyutlar (mücerredler)a tahsis etmişler ve aradıklarını yerde      ve insanlıkta değil, gökte ve gök cisimlerinde bulmak istemiş bir mezhep dini      gibi ortaya çıkmıştır ki, bunlar Âzimûn ve Hürmüs'ü ilk muallim (öğretmen)      kabul eden ilk sâbiedirler. Şehristânî burada genel sâbieyi anlatmak için,      felsefe tarihine göre şöyle bir özet bölüm yaparak ve son sâbi'e felsefelerini      inceleyip tartışarak der ki: İnsanların bir kısmı ne mahsûs (hissedilen)u,      ne de makul (düşünülen şey)u kabul etmezler, bunlar Sofestâiyyedir. Bir kısmı      hissedileni kabul eder, düşünüleni kabullenmez, bunlar Tabiiyyedir. Bir kısmı      hissedileni de, düşünüleni de kabul eder, cezaları ve hükümleri kabul etmezler.      Bunlar Dehrî filozoflardır. Bir kısmı hissedileni, düşünüleni, cezaları ve      hükümleri de kabul eder, Allah'dan gönderilen bir şeriât ve İslâm'ı kabul      etmezler, bunlar Sâbiedirler. Bir kısmı, bunların hepsini, bir çeşit şeriat      ve İslâm'ı da kabul eder. Fakat Peygamberimiz'in (s.a.v) şeriatini kabul etmezler,      bunlar yahudi ve hıristiyandırlar. Bir kısmı da hepsini kabul eder, bunlar      da müslümandırlar. Sâbie, Sofestâiyye, Tabiiyye ve Dehrî filozoflar gibi dinsizlere      karşı olan bütün din sahipleri içinde ilk mücadele Haniflere karşı olur. Sâbie      ve Hanifler: İşte bütün dinlerin bizzat karşı karşıya olan iki aslî şubesi.      Sabve, başlangıçtan beri devamlı olarak Haniflik karşıtıdır. Sâbie, din ararken,      hak yoldan saptıkları ve peygamberlerin doğru izinden ayrıldıkları içindir      ki Sâbie adını almışlardı. Fakat kendileri, aşk ve arzu mânâsıyla, "sabve,      insanların kaydından uzaklaşmaktır" derler. Çünkü Hanifler mezhebi beşerî      peygamberlik ile cismânî beşere taraftarlık esası üzerinde yürüdüğü gibi,      Sâbie mezhebi de cismânî beşerliği düşük görmekle rûhanilere taraftarlık esası      üzerinde yürür. Ve bunun için sâbie insanların, beşer olan bir peygambere      uymak ve ittiba etmekle doğrudan doğruya Allah'a ibadet etmesini doğru bir      iş değil, insanların şartı gibi göstererek beşer dışından Allah'a yaklaşmak      için aracılar ve münanesebetler arar. Ve bunu önce yalnız ruhâniyette arar.      Ve kendilerini sırf rûhânî olabileceklerini sanarak cisimliği ezmek, cisim      olan beşerlikten mutlaka ilgiyi kesmek isterler. Ve bu şekilde, sâbie, mezheplerinin      iktisab (kazanma) olduğunu iddia ederler, yaradılış hududundan hariç bir iktisab(kazanç)a      davet ederler. Bunlara karşı Hanifler de mezheplerinin fıtrat (yaratılış)      olduğunu söyler ve fıtrata davet ederler. Haniflere göre mahsus (hissedilen)      ve makul (düşünülen), cismânî ve rûhânî ikisinin de özel kıymetleri vardır.      Fakat bu kıymetler hiç birinde mutlak değil, izafî (değişken) dir. Bir makul,      gözle görülen şeyler içinde misali bulununcaya kadar hayal ve kuruntudur.      Bir mahsus (hissedilen şey) de, düşünülende misali bulunmadıkça, mahsus (gözle      görülen) değil, bir yok olan serabdır. Hakkın zatı, ne sırf makul (akla uygunluk),      ne de sırf mahsus (gözle görülen) dur. Ne mahsus (görülen) tamamen makule      dönüştürülür, ne de makul tamamen mehsusa dönüştürülür. Her ikisi de birbirini      karşılıklı olarak temsil etmek üzere hakka dönüştürülür. Aynı şekilde mutlak      etki, ne sırf ruhâniyete mahsustur, ne de sırf cismaniyete; cisim ruhtan etkilendiği      gibi, ruh da cisimden etkilenir. Ruh ile cisim arasında karşılıklı bir etki      ve etkilenme vardır. Hak parıltısı bu ikisinin arasında bulunur. Hakikî fail      (yapıcı), ne ruh, ne cisimdir. Ne ruh cismin eseri, ne de cisim ruhun eseridir.      İkisi de Allah'ın eseri ve Allah'ın delilleridir. Allah yalnız maddesiz olanların      değil, maddenin ve maddeden olanların da yaratıcısı ve yapıcısıdır. Aynı şekilde      hayır (iyilik) ve kemal (olgunluk), fazilet ve selâmet yalnız ruhâniyete mahsus      değildir. Şer (kötülük) ve noksanlık, fesatlık ve rezillik ruhâniyette de      vardır. Öyle olmasaydı rûhâniyetin derecelerinde ihtilaf olunmaz ve meleklik      karşılığında şeytanlık olmazdı. Cisim olma, aslına ve yaratılışına göre şerrin      başlangıcı değildir. Cisimlikte öyle faziletler vardır ki onlar ruhânilerde      bulunamaz. Şu halde rûhâniyeti ve cisimliği içine alan beşer türünde hak delilleri      ve Allah'a yakınlık mücerred (soyut) rûhaniyyetten daha fazladır. Beşer türü      mücerred rûhâniden -belki- daha faziletli ve daha mükemmeldir. Hatta beşer,      meleğin emrinde değil, melek beşerin emrindedir. Beşerin Allah'a yaklaşması      için soyut rûhâniyetin aracılığı zaruri değildir. Allah'dan insanlara ve insanlardan      Allah'a doğru bir yol vardır. Yaratma Allah'a ait olduğu gibi, emir de Allah'ındır.      Hudûd (hadler = cezalar) ve hükümler de Allah'ındır. Allah'ın tayin ettiği,      Allah'ın inzal ettiği (indirdiği) dir. Beşer ne sınırsız, ne mühmel (terkedilmiş)      dir, ne de yaratılışın müsait olmadığı sınırları kazanabilir. 
Yaratılışı      bozmaya çalışmamalı ve cesedi hakir görüp ezmeye uğraşmamalıdır. Fakat Sâbie      bu noktada orta yoldan çıkmış, "hakka yaklaşmak yalnız ruhâniyettedir" zannıyla      hissedilen (mahsus)i makul (akla uygun olan)a, cismânîyi rûhâniye dönüştürmeye,      insandan melek yapmaya kalkışmış; kolaylığı zorluğa, hoşgörüyü baskıya, tecerrüd      (sıyrılma)ü toplanmaya, bağlanmayı ayrılmaya tercih etmeye çalışmış ve buna      göre rûhaniyet tutuculuğu etrafında dolaşmak isterken ruhânî olmayan cisimlerden      yardım istemeye kadar inmiş; birlik ve tecerrüd (yalnızlaşma) ararken çokluk      ve şirk içinde kalmıştır. Bunun için ilk Sâbie de Haniflerden bazı esaslar      alarak ruhâniyet ashabı, yahut meleklere tapanlar olmak üzere başlamış; heykel      ashabı yahut yıldızlara tapanlar; eşhas ashabı yahut puta tapanlar olmakta      karar etmiş ve bu iki gruptan her biri de, biri Hızbâniyye, biri de Hıribbâniyye      adıyla iki esas mezhebe ayrılmıştır. 
Ashâb-ı ruhâniyyat      (Ruhâniyyât ashâbı): Ruh bir cevher (öz), fetha ile "ravh" da onun özel durumudur.      Buna göre "rûhâniyet" ve "ravhâniyet" diye iki deyim (tabir) vardır. Bunların      mezhebi şudur: Âlemin hakîm (hikmet sahibi) ve hudûs (sonradan olma) kusurlarından      uzak bir yapıcısı, yaratıcısı vardır. Ve bizim görevimiz, onun yüksek huzuruna      erişmekten aciz olduğumuzu bilmektir. Ona ancak yanında yakınları (mukarrabîn'i)      olan aracıları vasıtasıyla yakınlaşılır. Bunlar ise öz olarak (cevheren),      fiil olarak ve hâl olarak temiz ve mukaddes olan ruhânîlerdir. Cevher (öz)      açısından ruhâniler, cismânî maddelerden mukaddes, cesede ait güçlerden uzak,      mekana ait hareket ve zamanla ilgili değişmelerden münezzeh (kusursuz)dirler.      Yaratılışları temizlik, fıtratları Allah'ı büyükleme ve yüceltme üzerinedir.      "Allah'ın buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler"      (Tahrim, 66/6) dirler. Bizi buna ilk muallimimiz (hocamız) Azimun ve Hürmüs      irşad ettiler. Biz bunlara yaklaşırız ve bunlara tevekkül eder dayanırız.      Bizim Rablerimiz, ilâhlarımız, Allah katında aracılarımız, şefaatçılarımız      bunlardır. Allah da rablerin rabbi ve ilâhların ilâhıdır. Şu halde bizim görevimiz      nefislerimizi tabiata ait şehvetlerin kirlerinden temizlemek ve ahlâkımızı      şehvet ve gazap kuvvetlerinin ilgilerinden ayıklamaktır ki, bu sayede bizimle      rûhâniler arasında bir ilgi hâsıl olsun da onlardan ihtiyaç duyduğumuz şeyleri      istiyelim ve durumlarımızı kendilerine sunalım ve bütün işlerimizde onlara      âşık ve sabî (sevgili) olalım ki, onlar da bizi ve kendilerini yaratana ve      rızık verene şefaat etsinler. Bu temizleme ve süsleme ise ancak bizim çalışmamızla      ve kendimize hakim olmamızla, nefislerimizi şehvet kötülüklerinden keserek      rûhâniyet yönünden yardım istememizle olur. Yardım dilemek de dualarla, namazlarla,      bol sadaka vermekle, yiyecek ve içeceklerden kendimizi tutmak, kurban kesmek,      buhurlarla, tütsülerle tütsülenmek ve büyüklere saygı ile dua ve niyazdır.      Bu şekilde nefislerimizde aracısız bir yardım dileme yeteneği meydana gelir      ki, o zaman biz de tıpkı vahy aldığını iddia edenlerin hükmünü kazanırız.      Ve hatta sırf rûhânî olur, ilâhlar sırasına geçeriz. Peygamberler bizim türde      emsalimiz, surette şekillerimiz, maddede ortaklarımızdırlar. Yediğimizden      yerler içtiğimizden içerler, şekilde bize benzerler, biz onlara niçin itaat      edelim, derler. Kur'ân'da "Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde      siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız" (Mümimûn, 23/34) âyeti, bunların bu sözlerini      söylemektedir. 
Fiil açısından      rûhânîler, yaratma ve icatta, işleri bir halden bir hale çevirmede ve yaratıkları      bir başlangıçta olgunluğa yönetmede aracı etkendirler. Kudsî hazreti ilâhtan      kuvvet dilenir ve düşkün varlıklara feyz yayarlar. Ve bunların sıraya konulmuş      dereceleri vardır. 
Birinci olarak,      yıldızları idare eden, bu cümleden olarak gezegen yıldızları yörüngelerinde      tedbir ve idare eden rûhânîler vardır ki, yedi gezegen yıldızları bunların      heykelleridir. Her rûhânînin bir özel heykeli ve her heykelin bir felek (yörünges)i      vardır. Ve o rûhâninin o heykele nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. O,      o heykelin rabbi, idarecisi ve müdürüdür. Sâbiîler, o rûhânilere ilâhlar,      heykellere de rabler derler. Bununla birlikte çoğunlukla heykellere babalar,      unsurlara anneler ismini vermişlerdir. Rûhânîlerin fiil ve tesiri, o uydu      heykellerde ve unsurlarda birtakım değişiklikler meydana getirecek şekilde      özel bir miktarda tahrik etmektir. Bundan bileşiklerin terkipleri ve anlaşmaları      hasıl olur da buna uyarak cismanî kuvvetler gelir. Ve bu cismanî kuvvetler      üzerine de, bitki ve hayvan türlerinde olduğu gibi, rûhânîlerin nefisleri      biner ve bu etkiler, bazan bir küllî rûhânîden kûllî olarak ve bazan cûz'î      rûhânîden cûz'î olarak sâdır olur. Mesela yağmur cinsiyle beraber bir melek,      her bir damlasıyla de bir melek vardır. 
İkinci olarak,      gökle yer arasındaki boşlukta ortaya çıkan ulvî eserlerin idarecileri olan      rûhâniler vardır ki, yağmur, kar, dolu, rüzgar gibi yerden çıkıp inen eserler,      yıldırımlar, kıvılcımlar, gök gürlemesi ve şimşek, kuyruklu yıldızlar gibi      gökten inmekle boşlukta ortaya çıkan eserler, aynı şekilde zelzeleler, sular,      buharlar ve diğerleri gibi yerde meydana gelen eserler bunlarla idare edilir.      
Üçüncü olarak,      bütün varlıklarda geçici olan aracı kuvvetler vardır ki, kâinatın hepsindeki      yaygın hidayet bunlarla idare olunur. Öyle ki kabiliyeti bulununca kuvvet      ve hidayettten uzak hiçbir varlık görmeyiz. İşte rûhâniler böyle etkili yapıcıdırlar.      
Hâl açısından      rûhânilerin durumları, rablerin rabbi civarında rahat ve rızık, nimet ve lezzet,      rahat ve sevinç olduğu da gizli değildir. Yiyecek ve içeçekleri, tesbih ve      takdis, temcid ve tehlîldir. Bütün alışkanlıkları Allah'ı zikir ve Allah'a      itaat iledir. Kimi, ayakta, kimi rükûda, kimi secdede, kimi ka'dede oturmakta      olup, sevinç ve lezzetinden hiç biri durumunu değiştirmez. Kimi Allah'dan      korktuğu için gözünü açmaz, kimi bakışından gözünü kırpmaz, kimi sakin hareketsiz,      kimi hareketli sükûnsuz, kimi kabz (can alma) âleminde büyük melek, kimi genişlik      âleminde rûhânîdir. "Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri      şeyi yaparlar" (Tahrim, 66/6) âyeti bunların durumlarını anlatmaktadır. Hanifler      ise bunların tedbir edici, idareci, etkili sebep olmayıp, Allah'ın saltanatının      delilleri ve Allah'ın gerek yaratma ve gerek kanun koyma (teşri) itibariyle      emirlerini ve hükümlerini tebliğ edici olan elçileri olduğunu ve bütün bunların      bir farklı tabiatla yaratılmış beşer fertlerinin aldığı vahy ve bilgi ile      bilindiğini ve o farklı yaratılışda bulunmayanların bunları esas itibariyle      o mümtaz beşerin aracılığı, öğretmesi ve telkini ile öğrendiklerini ve herhalde      insanlıkta ortaya çıkan ve çıkabilecek olan fiillerin ve eserlerin daha yüsek      olduğunu ve cismânî olan beşere ait ruhâniyetin sonlu olması mümkün olmakla      beraber, kemalden kemale yükselmesinin de kabil olduğunu ve şu halde her beşer      ferdinin, her ruhânîye göre değil ise de, rûhânî türe göre beşer türünün daha      yüksek bir fazilete ve Hakk'a yakın olmada daha çok imrenmeye değer sevinç      ve sûrûra, hem rûhânî, hem cismânî bir naîm cennetine ve büyük hoşnutluğa      namzed bulunduğunu ve fakat Allah'a eş bulunmak mümkün olmadığında bu yükselme      ve kemâle ermenin hiçbir zaman ilâhlığa yükselme ve ortaklık mertebesine varamayacağını      ve bu yükseliş ve kemale ermenin ancak Allah'a tevekkül ve dayanma ile mümkün      olabileceğini, hem asıl yaratılışta, hem her ilerleme anında yaratma ve emir      ancak bir Allah'ın olduğundan her hangi bir şirkin sonlu olacağını ve şu halde      zât ile sıfat, tesir ile emir her şekilde Allah'ı birleyerek beşerin bütün      dayanma noktalarını ruhâniyet ve cismâniyetin anlaşmış iki şahit olarak delalet      ettikleri herşeyin döneceği âlemin yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi olan Hak      Teâlâ'ya iman ve şehadette tanıyıp bütün varlıklarıyla ona yönelmeleri ve      en yüksek vasıta ve önderlerini de ruhâniyet ve cismaniyeti içine alan beşer      türü içinde farklı yaratılış ile yaratılmış peygamberler, resûller ve onların      vârislerinde aramaları ve Allah'ın insanlara ihsan buyurduğu bu nimete, bu      doğru yola şükredip nankörlük etmemeleri gerekeceğini anlatmışlardır. 
Şehristâni      önce Sâbiîleri rûhaniyet taassubu ile hareket eden Ruhâniyet ashâbı içinde      özetleyip son Sâbiîlerin felsefelerine göre Hanifler ile Sâbiîlerin bu konuda      birçok münakaşa ve atışmalarını uzun uzadıya anlatarak muhakeme yaptıktan      sonra en esaslı gruplarını ayrıntılarıyla anlatarak der ki: 
Ashâb-ı heyakil      (Heykeller ashabı): İnsan bir aracıya muhtaç olunca ona yönelmenin ve yaklaşmanın      mümkün olması ve kendisinden istifade edilebilmesi için, bu aracının görülür      bir şey olması gerekeceğini hisseden rûhaniyet sahipleri, ilk önce "yedi gezegen"      den ibaret olan heykellere sığınmışlar ve buna göre önce bunların evlerini      ve manzaralarını; ikinci olarak doğuş ve batış yerlerini; üçüncü olarak huylarıyla      ilgili, uygun ve uygun olmayan şekillerde bitişmelerini; dördüncü olarak buna      göre gecelerin, gündüzlerin, saatlerin taksimlerini; beşinci olarak yine bunun      gibi sûretlerin ve şahısların, iklimlerin ve memleketlerin takdirini öğrenmeye      çalışmışlar ve bunun üzerine mühürler yapmışlar, azanın adıyla bir takım havass,      efsûn, dua bellemişler ve her yıldıza -mesela Zühâl'e cumartesi gibi- bir      gün ayırmışlar ve ilk saatine riayet etmişler ve onun şekline ve durumuna      göre yapılmış mührünü kullanmışlar, ona mahsus elbise giymişler, ona özgü      dualarla ondan istenecek dileklerini istemişler ve her birine böyle gün ve      saat tayin etmişler ve bunlara erbâb (rabler), âlihe (ilâhlar); Allah Teâlâ'ya      da rablerin rabbi, ilâhların ilâhı demişler; içlerinden bir kısımları da Güneş'i      ilâhların ilâhı ve rablerin rabbi saymışlar ve bu şekilde heykellere, rûhânîlere      yaklaşmak için, rûhânîlere de yaratıcı Allah'a yaklaşmak için ibadet etmişler.      Çünkü heykellerin bedenlerinin rûhâniyet olduğuna inanmışlardır. Ve sonra      yıldızların iş ve tesirleri esası üzerine tertip edilmiş bir takım acaib hileler      ve sanatlar çıkarmışlardır ki, bunlara "tılsım" adı verilir. Kitaplarında      yazılmış olan o tılsımlar ve sihir, kehanet ve tencim (yıldız falcılığı),      tahtim (mühür basma), ta'zim (büyükleme), suver (şekiller) bunların hepsi      onların bilimlerindendir. İşte bunlara "heykel ashabı" ve "yıldızlara tapanlar"      denir. 
Ashâb-ı eşhasa      (Şahıslar ashabına) gelince: Bunlar da ashab-ı heyâkil gibi aracının gerekliliğine      ve rûhâniyetin bu aracı vesileler olduğuna; fakat onların gözle görülmedikleri      ve dillerle hitap edilmedikleri için kendilerine yaklaşmak ancak heykellerine      yaklaşmakla olabileceğini söylemekle beraber, heykellerin de bazı zaman görünüp,      bazı zaman da görünmediklerinden dolayı, onlara yaklaşmanın da saf ve devamlı      olamayacağına ve böylece heykellere yaklaşmak için de göz önüne dikilmiş bir      takım şekiller ve şahıslar gerekli olduğuna hükmederek yedi heykelden her      birinin heykele ait misalinde bir takım müşahhas (somut) putlar edinmişler      ve her birinde o heykelin özel cevherine riayet ederek yine yıldızlar esası      üzere bunlara tapmaya ve bunlarla yıldızlara ve onlarla rûhânîlere ve onlarla      Allah'a yaklaşacaklarına inanmışlardı. Ve bunlara "semâvî ilâhlar" karşılığında      "ilâhlar" demişlerdir ki, işte bu Ashâb-ı eşhas, "puta tapıcılar" cümlesindendir.      Yukarda gösterildiği üzere İbrahim Aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiği      zaman Sâbiîler böyle Ashâb-ı heyakil ve Ashâb-ı es'nam (putlar) olmak üzere      iki sınıf bulunuyorlardı. Hazreti İbrahim hak olan Hanifliğe davet etti. "Ben      yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve artık ben müşriklerden      değilim" (En'âm, 6/79) diye, Hanifler mezhebini ikrar , Sâbie mezhebini de      iptal etti. Fıtratın Haniflikten ibaret ve temizliğin bunda bulunduğunu, fıtrattan      kastedilen tevhide şahitlik ve kurtuluşun buna bağlı olduğunu, şeriatlerin      ve hükümlerin bu şahitliğe birer şeriat ve yol olup, nebilerin ve resullerin      bunları yerleştirmek ve takdir için gönderildiğini, fâtiha (giriş) ve hâtim      (bitiş)in, başlangıç ve kemalin bu şerîatlar ve yolları özetleme ve yazmaya      bağlandığını ve kıymetli dinin ve doğru yolun bundan ibaret olduğunu açıklamıştır.      Ve Allah Teâlâ peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya da "Sen yüzünü, Allah'ı      birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan      dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın fıtratı değiştirilemez.      İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız ona yönelin ve      O'ndan korkun. Namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Onlar) dinlerini parçaladılar      ve bölük bölük oldular. Her parti kendi yanındakiyle sevinmektedir" (Rûm,      30/30-32) buyurmuştur. 
Hızbâniye,      Sâbie'den bir topluluktur ki, yaratıcı Allah'ın hem tek, hem çok olduğuna      kânidirler. Derler ki, zâtında, evvelinde, aslında, ezelde tekdir. Fakat şahıslarla      kendi gözünde çoğalır ve bu şahıslar yedi idareci (müdebbir), bir de âlim,      faziletli olan hayırlı yeryüzü şahıslarıdır ki, ilk ve bir olan, bunlarla      ortaya çıkar ve şahıslarıyle şahıslanır. Ve bu çoğalma, onun zatındaki birliğini      iptal etmez. O, feleği (yörüngeyi) ve yörüngedeki bütün gök cisimlerini, yıldızları      yaratmış ve onları bu âlemin idarecileri kılmıştır. Bunlar, âbâ (babalar,      ana unsurlar), mürekkebât mevâlid (doğurucu bileşikler)dirler. Babalar, diri      ve nâtık (konuşan)dırlar. Eserlerini, unsurlara emanet ederler. Unsurlar da      o eserleri rahimlerine kabul ederler ve bundan doğumlar olur. Ve sonra vâlidelerden      bazan öyle saf ve kâmil yetenek, kusursuz biz mizac ile bir bileşik şahıs      raslayıverir ki, ilâh bununla âlemde şahıslanır. Sonra tabiat-ı kül meskûn      ilkimlerden her birinde her otuzaltı bin dörtyüz yirmi beş sene başında insan      ve diğer hayvan cinslerinin her türünden erkek dişi bir çift yaratır ve o      tür o müddetde bâki kalır. O devir tamam olunca o cinslerin nesli ve üremesi      kesilir; yeni bir devir, insanı, hayvanları, bitkileriyle yeni bir karn (asır-      devir) başlar. Ve dehr (zaman) ebedî olarak böyle gider. Ve işte peygamberler      dilindeki vaad edilen kıyamet budur. Yoksa bu dünya evinden başka ahiret evi      yoktur. Ölen dirilmez, kabre giren tekrar dirilmez derler. "Siz öldüğünüz,      toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman size, mutlaka (yeniden hayata) çıkarılacağınızı      mı vaad ediyor?. Heyhat, o size vaad edilen şey ne kadar uzak". (Mü'minûn,      23/35-36) bunların sözüdür. Tenâsüh, hulûl davaları bunlardan çıkmıştır. Tenâsüh,      sonsuza kadar devirlerin tekrar etmesi, hulûl de anıldığı üzere ilâhın bir      şahısta sahışlanmasıdır ki, şahsın mizacının yeteneğine göre bazan tam zatının      hulûlü (girmes)yle, bazan da zatından bir cüz'ün hulûlüyle olduğunu söylerler.      Ve çoğunlukla demişlerdir ki, bu şahıslanma semâvî heykellerin hepsiyle birdendir.      O, tekdir. Ancak teker teker her birinde fiili, ondaki eserleri ve onunla      şahıslanması kadar açık olur. Şu halde yedi heykel onun yedi uzvu ve bizim      yedi uzvumuz onun yedi heykelidir ki, o bunlarla görünür de bizim dilimizle      söyler, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir, ellerimizle alır ve genişletir,      ayaklarımızla gider gelir ve uzuvlarımızla işler ve tesir eder. Ve bunların      zannınca şerleri, hataları, gübreleri, pis böcekleri, yılanları, akrepleri      yaratmak Allah'ın şanına yaraşmaz; bunların hepsi yıldızların saadet ve uğursuzlukla      bitişmesinden, unsurların saflık ve üzüntülerle birleşmesinden zorunlu olarak      veya tesadüfen vâki olur. 
Hırıbbâniyye'ye      gelince: Bunlar sözlerini, "Azimun, Hürmüs, A'yânâ, Evazi" adıyla dört peygambere      nisbet ederler ve içlerinde Eflâtun'un anası tarafından dedesi Solün'e de      nisbet eden ve bunun peygamber olduğunu iddia edenler de vardır." Evazi bize      soğanı, cirris balığını, baklayı haram etti" derler. Genelde Sâbie üç namaz      kılarlar, cünüblükten ve bir de ölüye dokunmaktan dolayı yıkanırlar. Domuz,      deve, köpek ve pençesi bulunan kuşlar ve güvercin yemeyi haram bilirler. Sünnet      olmaktan, içkide sarhoş olmaktan yasaklarlar. Evlendirmede velî ve şahidlerin      bulunmasını emrederler. Hâkimin hükmü (kararı) olmaksızın boşanmayı caiz görmezler.      İki kadınla evlenmeyi de caiz görmezler. 
Sâbie'nin,      aklî, rûhânî cevherler adına ve yıldızların semâvî şekilleri üzerine bina      ettikleri heykellere gelince: Bu cümleden olarak ilk illet (illet-i ûlâ) heykeli,      bunun gerisinde akıl heykeli, zaruret heykeli, nefis heykeli. Bunlar yuvarlak      şekildedirler. Zuhal heykeli altıgen, Müşteri heykeli üçgen, Merih heykeli      dikdörtgen, Şems (Güneş) heykeli kare, Zühre heykeli karenin karnında üçgen,      Utarit heykeli dikdörtgenin karnında üçgen, Kamer (Ay) heykeli sekizgendir.      
Yukarda işaret      edildiği üzere "sabit yıldızlar"ı, esas kabul eden ve yıldızların kararlarını      onların seçkin (havass) lerine dayandıran Sâbie de vardır ki Hind ve Arap      Sâbieleri bunlardandır. Sâbie filozofları Âzimun'dan şunu nakletmişlerdir      ki, ilk mebâdî (başlangıçlar) beştir: "Allah Teâlâ, akıl, nefs, mekan ve halâ      (boşluk)dır. Ve bileşiklerin varlığı bunlardan sonradır". Fakat Hürmüs'ten      nakledilen böyle değildir. Hürmüs demiştir ki: "Yaratılışı bakımından faziletli,      mayası mahmud (öğülmüş), âdeti merzî (razı olunmuş), sonu ümitli kişinin ilk      vazifesi Allah Teâlâ'yı büyüklemek ve onun bilgisine şükretmektir. Bundan      sonra da üzerinde namusun yerini itiraf etmekle taat hakkı, sultanın nasihat      etme ve uyma hakkı, nefsinin çalışmak ve saadet kapısını açmada başlama ve      alışkanlık hakkı ve özünün kendilerine sevgi ve bol bol vermeye koşmakla tahlil      (helal kılma) hakkı vardır ki, bu esasları sağlamlaştırdıktan sonra herkesten      ezayı defetmek ve güzel ahlâk ile güzel geçinmekten başka bir şey kalmaz".      Görülüyor ki Hürmüs tamamen Hanifler'in esasını anlatmış, Allah'ı büyüklemeden      sonra namus deyimiyle peygamberliği ifade etmiş ve peygambere itaatı ve yerinin      itirafını Allah'ı bilmeye yaklaştırmış ve burada rûhânîleri büyüklemeyi zikretmiş,      sonunda da güzel ahlâkı göstermiştir. Hürmüs'ten Hanifler mezhebini anlatan      daha başka hikmetler de nakletmişlerdir. 
Sâbie'nin      farklı vasıfları şu dört hususta özetlenir: 
1- Aslında      Allah'dan indirilmiş olan bir dinden alınma ve sapma. 
2- Rûhâniyet      taassubu (tutuculuğu), diğer deyişle meleklere tapma. 
3- Yıldızlara      tapma. 
4- Putlara      tapma.
Bu dörtten      rûhâniyet tutuculuğu, meleklere tapma en mühim esas ve buna bağlı olarak yıldızlara      tapma en açık vasıfları olduğu ve putlara tapmanın bu iki ruh hâlinden doğduğu      anlaşılıyor. Şu vasıflar altında mutlak Hind Sâbielerinin Buda'larını, Çin'in      Konfüçyüs'lerini, son zamanların "espirtizm" ve "spiritüalizm", "idealizm"      dedikleri mezheplerin ve hıristiyanların Entüzyast fırkalarının aslını içine      alır. Bilhassa Hızbâniyye ise "panteizm", "panteist" kelimelerinin karşıtı      demektir. Hulûl (ruhun başka cisme girmesi), Allah'ın cihanın canı, âlemin      ruhu olması inancı, eski Yunan ve Roma dinleri, ilâhların doğması ve doğurması      fikirleri Sâbie'nin bu Hızbâniyye mezhebine aittir. Hıristiyanların da rûhâniyetçilikle      Mesih'in ilâhlığı davasında bunlara benzerliği vardır. Şer meselesinde de      Hızbâniyye, Mecûsilikle ilgilidir. Hırıbbâniyye ise Hızbâniyye kadar ileri      gitmemiş, az çok bazı peygamberlerin izini takip etmiştir Âzimun'un hazreti      Şit, Hürmüs'ün Hazreti İdris olduğunu söylemişler, Hazreti Nûh'u da öne sürmüşlerdir      ki (A'yânâ) dedikleri de bu olsa gerektir. Ve bu kısım Sâbie'de bir "kitap      ehli" durumu da yok değildir. Bu noktada Fahreddin Râzî de demiştir ki: "Yıldızlar      hakkındaki görüşleri iki şekilde düşünülebilir. Birisi yıldızlara hiçbir tesir      isnat etmiyerek yalnız Allah'a ibadet için birer kıble inancıyla yönelmeleridir      ki, bu şekilde müşrik değillerdir. Diğeri de, Allah Teâlâ'nın âlemi yarattıktan      sonra, onun tedbir ve idaresini yıldızlara vermiş olduğu ve buna göre Allah'ın      yıldızlar üzerinde, yıldızların da bu süflî (düşük) âlemde etkili birer rab      oldukları inancıyla tapmalarıdır ki, bu Gıldâniler'e nisbet edilen görüştür.      Ve bunlar müşriktirler." İşte mutlak Sâbie bir taraftan mutlak müşrik, bir      taraftan da bir kitap ehli manzarası arzettiklerinden tâbiîler ve fakihler      de son Sâbie'ye şer'an yahudi ve hıristiyan gibi kitap ehli gözüyle mi, yoksa      müşrik gözüyle mi muamele edileceğinden bahsetmişler, bazısı "kitap ehli"      gibidir, kestikleri yenir, kadınları ile evlenilir demişlerdir. Bazıları da      müşrik ve mecûsi gibidirler, kestikleri yenmez, kadınları ile de evlenilmez      demişlerdir. İmam-ı Âzam'dan kitap ehli oldukları, İmameyn (İmam Ebu Yusuf      ve İmam Muhammed) den kitap ehli olmadıkları rivayet edilmiştir. Ebu'l-Hasen      el- Kerhî demiştir ki: İmam-ı Âzam katında kitap ehli olan Sâbiîler Mesih      dinine geçmiş olan bir kavimdir ki İncil okurlar. Fakat yıldızlara tapan Sâbiîler      yani Harran bölgesindekiler ne İmam-ı Âzam, ne İmameyn hiçbirinin katında      kitap ehli değildirler. Ebu Bekir er-Râzi "Ahkâm-ı Kur'ân"ında bunu naklettikten      sonra der ki: Şu zamanda Sâbiîler ismiyle bilinenlerde kitap ehli yoktur.      Yani Harrân civarında bulunanların, gerekse Vâsıt çevresindeki Betaih kısımlarında      bulunanların aslında milletleri birdir. Hepsinin de inançlarının aslı yedi      yıldızı büyüklemek ve tapmak, onları ilâh kabul etmektir. Bunlar aslında puta      tapıcıdırlar. Fakat Fürs'un Irak iklimine üstün geldiği ve Sâbiîler hükümeti      (ki Nabat idiler)ni ortadan kaldırdığı zamandan beri bunlar açıktan putlara      tapmaya cesaret edemez oldular. Çünkü Fürs'ler onları bundan men etmişlerdi.      Aynı şekilde Rumlar, Şamlılar ve Cezire'liler Sâbiî idiler. Konstantin Hıristiyan      olunca bunları kılıç ile Hıristiyanlığa sevketti. Ve o zamandan itibaren puta      tapma battı ve bunlar görünürde Hıristiyanların içine karıştılar, fakat çoğu      puta tapıcılığını gizleyerek eski mezheplerinde kaldılar. İslâm dini ortaya      çıkınca da hıristiyan cümlesinden olarak İslâm zamanına dahil oldular. Müslümanlar      bunlarla sĞ hıristiyanlar arasını ayırmadılar. Çünkü bunlar putlara taptıklarını      gizliyorlar ve asıl inançlarını açıklamıyorlardı. Gerçekte bunlar inançlarını      gizlemekte en mahir kimselerdir. Çocuklarının akıllarının esmeye başladığından      itibaren dinlerini gizlemeleri hususunda da birçok işleri ve hileleri vardır.      İsmâîliyye, mezhep gizlemeyi bunlardan almıştır .Ve davetlerinin en sonu da      bunların mezhebine dayanır. Hepsinin aslı "yedi yıldız"ı ilâhlar kabul edip      tapmak ve onların isimlerine göre putlar edinmektir. Bu hususta aralarında      değişiklik yoktur. Harran bölgesinde bulunanlarla Bataih yöresinde bulunanlar      arasındaki değişiklik, ancak şeriatlerinden bazı şeylerdedir. Ve bunlarda      kitap ehli yoktur. 
Ebu Bekir      er-Râzî, Mâide sûresinde bu izahları verdikten ve ikisi arasında bir müşterek      asıl gösterdikten sonra Berâe sûresinde de demiştir ki: Sâbiîler iki kısımdır.      Birisi Kesker ve Bataih yörelerinde bulunanlardır. Bize ulaştığına göre, bunlar      din işlerinin pek çoğunda hıristiyanlara aykırı olmakla beraber, Hıristiyanlıktan      bir sınıftırlar. Zira hıristiyanların Merkûniyye, Arsosiyye, Mârûniyye gibi      böyle birçok grupları vardır ki, Nastûrıyye, Melkiyye, Yakubiyye adındaki      üç mezhebin üçü de onlardan yüz çevirirler ve onları haram kılarlar. Bu mezhep      de Yahya b. Zekeriyya'ya ve Şit'e bağlanıyorlar. Allah Teâlâ'nın Şit b. Âdem'e      Yahya b. Zekeriya'ya indirdiği kitaplardır diye bazı kitaplara da sahip çıkmaya      çalışıyorlar. Ve hıristiyanlar bunlara Yuhannasiyye (Senjan hıristiyanları,      yani Yahyaviyye) adını veriyorlar. Ve işte İmam-ı Âzam'ın kitap ehlinden saydığı,      kestiklerinin yenmesini ve kadınlarıyla evlenilmesini mubah gördüğü Sâbiîler      bu kısımdır. Kendilerine Sâbiîler adını veren bir mezhep daha vardır ki, peygamberlerden      hiçbirine intisap etmezler. İlâhî kitaplardan hiçbirine sahip çıkmaları yoktur.      Bunlar kitap ehli değildirler. Ve böyle bir mezhebin kestiklerinin yenmiyeceğinde      ve kadınlarının nikâh edilmeyeceğinde ise ihtilaf yoktur. 
Her iki âyette      Kur'ân, Sâbiîleri, yahudi ve hıristiyanlar gibi müminlere karşı zikretmekle,      bunların da mümin olmadıklarına işaret etmiştir. Fakat Kitap ehli olup olmadıklarına      gelince: Kitap ehli siyakında anılmış olmalarına ve yahudi ile hıristiyanlar      arasında deveran ettirilmelerine göre kitap ehli değilse de mecusî gibi ve      hatta onları da içine alabilecek bir şekilde -şöyle böyle ikisi ortası- bir      kitap ehli şüphesinde bulunduklarında bir îmâ (işaret) yapmış olmakla beraber      "Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi." (En'âm, 6/156) âyetinin      gösterdiği üzere Kur'ân'da müslümanlardan önce kitap ehli denilişi yahudi      ve hıristiyanlara mahsus olduğundan ve her iki âyette "Sâbiîn" ve "Sâbiûn",      yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olarak zikredilmiş bulunduğundan, âyetlerin      zahiri (görünüşü) bunların kitap ehli olmadığını göstermektedir. Âlimlerin      anılan görüş ayrılığı da gerçekte bu adı taşıyanlar içinde yahudi veya hıristiyanlardan      sayılanlar bulunup bulunmadığını tayin ve tetkik etme meselesinden doğmuştur.      
Şunu hatırlatmaya      ihtiyaç yoktur ki, Nasara (Hıristiyan) ismi bütün hıristiyan fırkalarını içine      almış olduğundan hıristiyanların, Yuhannasiyye, (Senjan hıristiyanları) dedikleri      Sâbiîn grubu hıristiyanlardan sayılan bir mezhep olunca, elbet bunlar da hıristiyan      ismi altında dahildirler. Ve şu halde yahudi ve hıristiyanlardan başka zikredilen      Sâbiîn'in bunlardan başka olan Sâbiûn'a sarfedilmiş olması gerekir. Buna göre      Kasımireski madem bunların tutucu hıristiyanlar olduğunu kabul etmiş ve hatırlatmıştır.      O halde bu hatırlatmayı yaparken bunları her iki âyette Hıristiyan adı altında      düşünmek ve Nesara denildikten sonra Sâbeit denilmesinin mânâsı kalmayacağını      düşünmek ve Nesara'dan sonra zikredilen Sâbiîn'i de Sâbiûn gibi "sabeen" diye      terceme etmek ve Frenkleri şüpheye düşürmemek gerekirdi. Frenklerin de bu      açık hatayı anlamaları ve bundan dolayı İslâm müctehidlerine insanlık dışı      bir hisle dil uzatmamaları lazım gelirdi. Ve açıklandığı üzere Sâbie'ye karşılık      ruhâniyet ve cismaniyetin birleşmesi noktasında yürüyen ve bu şekilde insanî      kıymeti, insana ait fıtratı Allah'dan sonra her şeyin üstünde yükselmesi ve      olgunlaşmasını mümkün gören Hanifliğin en yüksek, en olgun görünüşü olan İslâm      dinini hak ve insanlık adına bütün insanlara tavsiye edecek yerde politik      gayelerle onun aleyhinde söz söylememek gerekirdi. 
Özet olarak      hakikat şudur ki: Müslüman, yahudi, hıristiyan ve sâbiî, bu dört sınıf içinde      ve hatta bunların dışında her kim gerek devam ve sebat, gerek bundan böyle      tevbe ve iyilik ile "kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel      işlerse" şartını hâiz ve bu vasfa ciddi olarak ve tam mânâsıyla sahip olursa,      bunlara korku ve hüzün yoktur. Her lekeden, noksandan uzak bir gerçek kurtuluş      kesindir. Ve bu şekilde ilâhî rahmet yolu herkese açıktır. 
Şüphe yok      ki Allah'a iman, Allah'dan gelen her hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmektir.      Bunun gereği olan ahirete iman ise gelecekte muhakkak bir sorumluluk gününün      geleceğini ve her amelin iyi veya kötü cezasının verileceğini itiraf ve tasdik      etmektir. Bu imana yaraşan amel de yaşadığı zamana kadar Allah'dan gelmiş      olan emir ve yasakları hakkıyla yerine getirip, gereğince güzel ve faydalı      işler yapmak, kötülükten kaçıp iyiliklere koşmaktır. Ve işte böyle olanların      o sorumluluk günü her çeşit korku ve elemden kurtulacakları, esenlik ve hakiki      saadete erecekleri muhakkaktır. Bu kanun her zaman için haktır. Dün de hak,      bugün de hak, yarın da haktır. Hem herkes ve her toplum için de haktır. Müslüman      içinde hak, yahudi için de hak, hıristiyanlar için de hak, hatta sâbiîler      için bile haktır. Evvel ve âhir (önce ve sonra) hiçbir din, hiçbir şeriat,      tasavvur olunamaz ki bunu bir yol olarak kabul etmesin ve bunun tersini iddia      edebilsin. yahudi ve hıristiyanların bu hak kanuna ilerden beri ne derece      uygun olduklarına ve olabileceklerine gelince: 
70- Kasem      olsun ki biz bu iman esası üzere İsrailoğularından söz aldık ve onlara birçok      peygamberler gönderdik. Fakat onlara nefislerinin hoşlanmayacağı bir hak emir      ile her ne zaman bir peygamber geldiyse, o gelen peygamberlerden bir kısmını      -verdikleri iman sözleşmesine rağmen- yalanladılar. Bir kısmını da öldürüyorlardı.      Verdikleri söz gereğince Allah'a iman edip, güzel amel şöyle dursun, tersine      Allah'ın gönderdiği peygamberleri yalanlayıp ve hatta öldürüyorlardı.







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bakara Suresi 255(Ayet-el Kürsi), 256,257,258. Ayetlerin Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri

Bakara, 2/255. Ayet  اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ   Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.  Kur'...

Bakara Suresi 1-5 ayetlerinin Meali ve Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri: 1-Elif. Lâm. Mîm. 2-O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. 3-Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. 4-Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar. 5-İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.

Bakara, 2/1. Ayet  الٓمٓ ۚ  Elif. Lâm. Mîm.  Bakara, 2/2. Ayet  ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ  O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.  Bakara, 2/3. Ayet  اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ  Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.  Bakara, 2/4. Ayet  وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ  Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.  Bakara, 2/5. Ayet  اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ  İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.  Kur'an-ı Kerim  T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Bakara Suresi 1-5 ayetlerinin Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri: ...

Bakara Suresi 21-25. Ayetler Elmalı Hamdi Yazır Meali ve Tefsiri:

Bakara Suresi 21-25. Ayetler Elmalı Hamdi Yazır Meali ve Tefsiri: Meâl-i Şerifi 21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb'inize kulluk edin ki (Allah'ın) azabından korunasınız. 22- O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de, bile bile, Allah'a eşler koşmayın. 23- Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'ân)den şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz. 24- Yok yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının. 25- İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: "Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir" derler ve o rızık birbirinin benzeri olma...

Rad Suresi 2-5. Ayetlerin Meali ve Elmalılı Tefsiri : 2. Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş'a istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır. (Bunların) her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır. 3. Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır. 4. Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır. 5. (Resûlüm! Kâfirlerin seni yalanla

Rad Suresi 2-5 Ayetler Elmalılı Tefsiri: اَللّٰهُ الَّذ۪ى Allah O'dur ki, رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ gökleri direksiz, dayaksız yüceltti. Ne yapmak ve yükseltmek için iskeleye, ne de manivelaya, ne de dayamak için direk dikmeye muhtaç olmadan sırf kudretiyle yaptı, yükseltti, kaldırdı ve orada tuttu, düşmesini önledi. تَرَوْنَهَا Onları görüyorsunuz. Yani üzerinizde olan gökleri görüp duruyorsunuz: O büyük gök cisimleri öylece direksiz olarak duruyorlar, orada dönüp durduklarını da siz görüyorsunuz. İşte Allah, onlara böyle direksiz ve dayaksız olarak kendi yörüngelerinde ve o kadar yükseklerde hareket kabiliyeti verip, size de gösteren kadiri mutlaktır. Bu manada تَرَوْنَهَا daki zamir "direksiz göklere" racidir. Ve cümle bir yan cümleciktir. Bazı tefsir alimleri bunun عَمَد "amed"e (Amed, amudun veya imadın çoğuludur ve direkler anlamına gelir.) raci ve onun sıfatı olması ihtimalini de dikkate almışlardır ki, o ...

Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ihtilâfında elbette tam akıl sahipleri için açıkça deliller vardır. ﴾Ali İmran 190﴿

إِنَّ فِى خَلْقِ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَٱخْتِلَٰفِ ٱلَّيْلِ وَٱلنَّهَارِ وَٱلْفُلْكِ ٱلَّتِى تَجْرِى فِى ٱلْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ ٱلنَّاسَ وَمَآ أَنزَلَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلسَّمَآءِ مِن مَّآءٍ فَأَحْيَا بِهِ ٱلْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ ٱلرِّيَٰحِ وَٱلسَّحَابِ ٱلْمُسَخَّرِ بَيْنَ ٱلسَّمَآءِ وَٱلْأَرْضِ لَءَايَٰتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah'ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.   ﴾Bakara 164﴿   إِنَّ فِى خَلْقِ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَٱخْتِلَٰفِ ٱلَّيْلِ وَٱلنَّهَارِ لَءَايَٰتٍ لِّأُو۟لِى ٱلْأَلْبَٰبِ Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaradılışında ve gece ile gündüzün ihtilâfında e...